_/ Her gün yepyeni bir gündür!..Everyday is a brand new day!
/Unutma!.. Kazanmak koca bir ömür ister. Kaybetmeye ise anlık gaflet yeter...MEVLÂNÂ/İSTANBUL-TÜRKİYE
Charlie Chaplin
Dostluk bi' başkadır
_/ Başa dönmek için, "Ayhan Görür -my library; only for LOVE" etiketini tıklayınız..._/
ATATÜRK
"Devlet" Kuran, Devlet Adamı...Adam gibi Adam...
Sokrates ve Eşi...
Sokrates'in eşi: -Sokrates seni haksız ölüme mahkûm ettiler...Sokrates: Haklı mahkûm etselerdi, daha mı iyi olurdu?
İNSANLIK ABİDESİ
_/ "İNSANLIK ABİDESİ"... Olan olmuştur...Eser tamamlanmadan tamamlanmıştır..."İnsanlık Abidesi" gönlümüzün eseridir artık...Zamanın sonsuzluğunda, zamansızlığa göç etmiştir; başka bir mekanda da sergilenemez, yinelenemez...Esere "ucube" diyen ve mahkeme kararı ile yıkılan eser Sayın Başbakanımıza (!) sevgi hisleriyle, el vererek elveda diyor, Mehmet AKSOY'un "İNSANLIK ABİDESİ"... Ayhan Görür_/
Cahit Sıtkı TARANCI
Memleket İsterim, Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun...http://ayhangorur.blogspot.com/search/label/Cahit%20Sitk%C4%B1%20Taranc%C4%B1%20-Memleket%20%C4%B0sterim
Leonardo Da Vinci
Mona Lisa, face
Onur Görür
Mısır pramitlerinin dehlizinde.....www.onurgorur.spaces.live.com/
AŞK - LOVE
Abraham Lincoln
"Kimseye hınç beslemeden (...), milletin yaralarını sarmak için (...), kendi içimizde ve bütün milletler arasında haklı ve sürekli bir barış sağlamak için elimizden geleni yapalım".
Ying-Yang
Zamanlı evrende; her karanlığın içinde bir aydınlık, her aydınlığın içinde bir karanlık vardır...AY-GÖR
Borazancıbaşı borazancıbaşı Akşamları batan güneşe karşı Alışılmış bir ibadet gibi Çaldığınız o İstiklâl Marşı Yıllardır her kulakta yer etmiş Gür nâmesiyle tutarken arşı Az rastlanır bir hûşû içinde Ayakta dinleriz bütün çarşı
Hayal gibi vehim gibi bir şey Sanki memleketin dağı taşı En sâdık bekçisi tarihimin Kesilir ansızın şehit nâşı Bu meçhûl askerler mahşeriyle Hatırlatır o yaman savaşı Yanık türkülerinden biliriz Yemen çölünü Sarıkamış'ı
Kurduna kuşuna sor söylesin Neydi Türkün o günkü telâşı Karalar giymişti Anadolu Kan bir yandan bir yandan gözyaşı Sürmedi çok şükür o kıyâmet Gecenin birinde fecre karşı Güneşten evvel doğdu ufukta Mustafa Kemal'in altın başı Vatan sevgisininmihenk taşı
Cahit Sıtkı Tarancı
Caddebostan, Kadıköy Ocak 2008 Photograph by Ayhan Görür
20. Yüzyıl Yunan şiirinin büyük ustalarından Ritsos, 1909'da Peloponnesos Monemvasia'da doğdu. On yedi yaşında Atina'ya gitti. İlk şiirlerini bu dönemde yayımlamaya başladı. Epitaphios (1936) adlı kitabı Atina'daki Zeus tapınağında törenle yakıldı. Siyasal görüşleri yüzünden Metaksas ve Papadopulos dönemlerinde Ege adalarında sürgün olarak yaşadı. Ayışığı Sonatı (1956) adlı kitabıyla Ulusal Şiir Ödülü'nü, 1976'da Etna-Taormina Şiir Ödülü'nü ve pek çok uluslararası ödül kazandı. Ritsos, öğretilemelerle örülü şiirlerinde, Yunanistan coğrafyasını arka plana alarak, yurtseverlik duygularını işledi. İnsanın günlük yaşamdaki durumuna yaklaşımı, nesnelere duyduğu sonsuz ilgi, ayrıntıları bütün yalınlığıyla yansıttığı kısa şiirlerinde iyice belirginleşir. 11 Kasım 1990'da Atina'da öldü. (kaynak:www.siir.gen.tr)
Athens, Parthenon,Greece BARIŞ
Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış. Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba elinde yemiş dolu bir sepet; ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi ter damlalarıyla alnında... barış budur işte.
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara, yangının eritip tükettiği yüreklerde ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun, ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık, boşa akmadığını bilerek, kanlarının, barış budur işte.
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece. Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun gökyüzünün dolmasıdır içeriye; gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla bayram günlerini çalan gözlerimizde. Barış budur işte.
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır. Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından. Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi; barış budur işte.
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de bir kök olduğu zaman gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya. Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra. Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin. Barış budur işte.
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında, iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın. Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya kuracağız demesidir; ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle. Barış budur işte.
Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine büyük karanfilini alacakaranlığın... barış budur işte.
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir. Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren, barıştır işte. Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi. Barış budur işte. Ritsos
TARANCI.- Varlık dergisinin 15 kasım sayısı geldi, Cahit Sıtkı Tarancı üzerine yazılar var... Hepsini okumadım daha, okuyacağımı sanmıyorum. Gene de dergiyi bırakamıyorum elimden, karıştırdıkça tatlı bir üzünç duyuyorum. Cahit Sıtkı'yı yanımda görür, kendisiyle konuşur gibi oluyorum. Ne iyi bir arkadaştı! İçer içer ne dediği anlaşılmaz olurdu, gene de bir gülüşü vardı, güven verirdi kişinin içine.
Söyledim, pek aldırmam ozanların, yazarların ölümüne. Kendileri öldükten sonra da yaptıkları kalır, onları okuruz. Bir ozanın ölümü, yırlarının( şiirlerinin) son okunduğu gündür. Ondan sonra ise onun yaşamış olduğunu da, ölmüş olduğunu da kimse bilmez.
Bu böyle ya, avutmuyor kişiyi. Ozan Cahit Sıtkı Tarancı'yı, istedimmi betiklerindebulabilirim. YaarkadaşCahit Sıtkı'yı? Onu da arayıncagönlümüzdebulabiliriz, diyeceğim, yetmiyor bu kişioğluna?
Nurullah Ataç
Caddebostan,İstanbul Ocak 2008 Photograph,Ayhan Görür
Atatürk'üm eğilmiş vatan topraklarına Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler Atatürk n'eylesin memleketin yarasına Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler
Nerde İstiklâl Harbi'nin o mutlu günleri Türlü düşmana karşı kazanılan zaferi Hiç sanmam öyle ağarsın bir daha tanyeri Atatürk'üm ben ölecek adam değilim der
Git hemşerim git kardeşim toprağına yüz sür O'dur karşı kıyıdan cümlemizi düşünür Resimlerinde bile melûl mahsun düşünür Atatürk'üm kabrinde rahat uyumak ister
Nâzım Hikmet’in Moskova’dan getirilen kişisel eşyası ve özel belgeleri, 19 Ocak’tan itibaren İstanbul’da sergilenmeye başlandı. Başta üstat Doğan Hızlan olmak üzere araştırmacılar, tarihçiler, büyük şairin bugüne kadar bilinmeyen şiirlerini-yazılarını ortaya çıkardılar. O halde biz de Nâzım Hikmet’in pek bilinmeyen bir ziyaretini kaleme alalım.
YIL 1952. Haziran ayı ortaları... Yer Çin-Kore sınırını oluşturan Yalu Nehri kenarı... Muzaffer Kıran, Kazım Ün, Muzaffer Senburç, Tahsin Sarı, Halil İbrahim Çınar, Mahir Açıkgöz, Faruk Pekerol, Halil Bulut, Mustafa Özbalyoz, İsmail Demirdelen, Osman Şengül, İbrahim Balcı, İsmail Arslan, Hacı Baran, Durmuş Küçük, Halil Birkan, İbrahim Altınok... Kore Savaşı’nda Türk birliklerinden 5’i subay, 3’ü astsubay, 226’sı asker, toplam 234 Mehmetçik esir düştü. Hemen hepsi 20’li yaşlarının baharındaydı. İki yıldır kamptaydılar. Yedi kamp vardı; Beyaz Amerikalılar, siyah Amerikalılar, İngilizler, subaylar, Güney Koreliler, sürgün kampı ve Türklerin, Amerikalıların, İngilizlerin, Fransızların, Yunanların ve Filipinlilerin ortak kullandıkları 5 No’lu kamp. Saçları, sakalları, tırnakları uzamıştı. Yüzleri, boyunları, elleri kalın bir kir tabakasıyla örtülüydü. Bir deri bir kemiktiler. Bitlenmişlerdi. Kiminin yarasını kurt kaplamıştı. Yemek yok denecek kadar azdı. Özellikle kışlar zorlu geçti. Bu zorlu şartlara dayanamayıp kaçmaya teşebbüs edenler oluyordu. Ama hep yakalanıp hapse atılıyorlardı. Günleri, barakalarda saatlerce propaganda dinleyerek geçti. Çin milli marşı ezberletilmişti. SÜRPRİZ ZİYARETÇİ O gün yine barakadaydılar. Türk esirler ders yaparken ziyaretçileri olduğu söylendi. Şaşırdılar. Kimdi gelenler? Gelenler; İtalya, Yunanistan ve Fransa gibi çeşitli ülkelere ait Dünya Barış Konseyi üyeleriydi. Gelenler, kendi ülkelerine ait esirlerin bulunduğu barakalara gitti. Türk esirlerin bulunduğu yere gelen isim ise Nâzım Hikmet’ti. Şairi karşılayan; Kunuri Savaşı’nda yaralanarak esir düşen Gelibolulu Üsteğmen Fevzi Gürgün oldu. Hiçbiri Nâzım Hikmet’in kim olduğunu bilmiyordu. Oysa Kore’ye giden subaylar arasında Nâzım Hikmet hayranları vardı. Tıpkı Yüzbaşı Bahattin Gökçin gibi. Yüzbaşı Gökçin, Kore’deki istirahat günlerinde arkadaşlarına hep Nâzım Hikmet’ten şiirler okumuştu. Esir kampındaki Türk askerleri temsilen konuşan Üsteğmen Fevzi Gürgün, yaşadıkları yerlerin gayri insani olduğunu söyledi: "Sefalet içindeyiz. Açız. Hastayız. İlaç vermiyorlar. Beynimizi yıkamak için sürekli propaganda yapıyorlar. " Sonra Nâzım Hikmet konuştu. Ne konuştuğunu daha sonra "Mektup" şiirinde şöyle yazdı: " MEKTUP Veli oğlu Ahmet General Klarkın piyade eri Kore (...)
Hani bahar sabahları vardır, Ahmet, çıkarsın evden karşında bir müjde gibidir dünya.
İşte böyle bir dünyaydı artık Kuzey Koreli için her sabah her akşam her gece memleket.
Söz hürriyetindi. Toprağı bölüşmüştüler.
Demiryolları altın, gümüş, kömür, ovada yağmur, dağda rüzgár, deniz bulut, güneş, çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar ve fabrikalar milletindi. Bahtiyardılar. Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet? (...)
Bilmeyen var mı? Yaktınız ekinleri, şehirleri uçurdunuz.
Ve onların en ucuz ölüm âleti sendin, Ahmet, (...)
Ne halt edeyim? deme Ahmet, teslim ol.
Hâneni, köyünü, memleketini seviyorsan şu kadarcık teslimol.
Hâneni, köyünü memleketini, seni, celebe satanlara söylenecek bir çift sözün varsa Ahmet, teslim ol.
Yitirmedinse insanlığını çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda, teslim ol.
Biz Türkler yiğitizdir. Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende, teslim ol.
Teslim ol ananın başı için, teslim ol Türk halkı adına, Ahmet, kardeşim, kardeşlerine teslim ol. ,,
Türk esirleri, Nâzım Hikmet’in konuşmasından etkilendi mi? Pek değil. Sadece M.D. ve Ş.B. isimli askerler, şaire mektup yazdılar. Ancak bu iki askere, diğer Türk esirlerin tavrı çok sert oldu; dayak attılar. Komünistlere karşı en sert tavrı Türk askerleri gösteriyordu. Ufacık bir tavize bile yanaşmıyorlardı. Çünkü kendilerine kızgındılar. Esir olmayı kabul edemiyorlardı. "Türk’e esaret yakışmaz" diyorlardı. Esaret onlara utanç veriyordu. Halbuki hemen hepsi yaralı olarak ele geçirilmişti. Ama yine de esirlik duygusundan kurtulamıyorlardı. Bu nedenle kamp yönetimiyle bile konuşanları dövüyorlardı. Nâzım Hikmet esir kampından sonra Pekin’e gitti. Gördüklerinin etkisi midir bilinmez; kalp krizi geçirdi. Yıllar sonra 12 Haziran 1959’da; Kore Savaşı’yla ilgili bir şiir daha yazdı. Savaş sırasında gördüğü bir olaydan yola çıkıp, TBMM’ye sormaya ihtiyaç bile duymadan Kore’ye 4 bin 500 Mehmetçiği gönderen Başbakan Adnan Menderes’e hitaben "Diyet" şiirini yazdı: ,, DİYET Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız, iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis’e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadalı saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin. (...)
Benim gözlerimin ikisi de yok. Benim ellerimin ikisi de yok. Benim bacaklarımın ikisi de yok. Ben yokum. Beni, Üniversiteli yedek subayı, Kore’de harcadınız, Adnan Bey.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da.,,
Mehmetçiğin ölüme gönderilmesine sert muhalefet yapan Nâzım Hikmet bir daha ülkesine dönemedi. Moskova’da öldü... Barış görüşmelerinin ardından, Kore’deki Türk esirler 5 Ağustos 1953’te serbest bırakıldı. Kamplardaki olumsuz şartlara dayanan sadece Türkler oldu. Örneğin, esir 7 bin 245 Amerikalı askerden 2 bin 806’sı ölmüştü. 21 Amerikalı asker ise komünist olup ülkelerine dönmeyi reddetti. Türk esir askerleri ise hiç kayıp vermeden döndü. DirençleriABD’de araştırma konusu oldu!
Soner Yalçın
Adnan Menderes; 1960 devriminden sonra, Yüce Divan tarafından yargılanarak idam edildi...
You know how this is: if I look at the crystal moon, at the red branch of the slow autumn at my window, if I touch near the fire the impalpable ash or the wrinkled body of the log, everything carries me to you, as if everything that exists, aromas, light, metals, were little boats that sail toward those isles of yours that wait for me.
Well, now, if little by little you stop loving me I shall stop loving you little by little.
If suddenly you forget me do not look for me, for I shall already have forgotten you.
If you think it long and mad, the wind of banners that passes through my life, and you decide to leave me at the shore of the heart where I have roots, remember that on that day, at that hour, I shall lift my arms and my roots will set off to seek another land.
But if each day, each hour, you feel that you are destined for me with implacable sweetness, if each day a flower climbs up to your lips to seek me, ah my love, ah my own, in me all that fire is repeated, in me nothing is extinguished or forgotten, my love feeds on your love, beloved, and as long as you live it will be in your arms without leaving mine.
Pablo Neruda Unutursan Beni
Bilmeni istediğim bir şey var.
Biliyorsun nasıl olduğunu: baktığımda kristal aya, ikircikli güzün penceremdeki kızıl dalına, ateşin yakınında dokunduğumda ince küle ya da odunun buruşmuş bedenine, her şey getirir beni sana, sanki yaşayan her şey, koku, ışık, metaller, beni bekleyen küçük teknelerdir, senin adalarına doğru giden.
Pekâlâ, eğer azar azar sevmeyi bırakırsan beni, bırakırım seni sevmeyi azar azar.
Eğer birden unutursan beni, arama o an beni, çünkü unutmuş olurum çoktan seni.
Hayatımın içinden geçen bayrakların bu dalgalanışını yayılmış ve çılgınca bularak, köklerimin olduğu yüreğinin kenarında bırakmak istiyorsan beni, iyi düşün, o gün o saat kaldıracağım kollarımı ve köklerim gidecek uzaklara başka bir toprağı aramaya.
Fakat eğer her gün, her saat hissedersen, benim yazgım olduğunu bükülmez bir aşkla, her gün beni aramak için yükselirse bir çiçek dudaklarına, ah, sevgilim, ah nazlım, o eski ateşteki alazlarım coşar yeniden, ve bendeki hiçbir şey ne söner ne de unutulur, aşkım beslenir senle, ey sevgilim, ve yaşadığın müddetçe, kollarında olacak terk etmeden benimkileri.
ATATÜRK
İngiliz Gazetecilerle ,, Başını yakmaya çalışıyorlar.
Ben tanırım, mert oğlandır o... ,, Mustafa Kemâl Atatürk
Nâzım Hikmet Ran ,, Toprağından sökülüp saksıya dikilmiş
dev bir kaktüs gibiydi.
Yeniden kendi toprağına döneceği günü,
sanırım bıkıp usanmadan bekleyecekti.
Ayrılırken gözleri dolu doluydu:
, Beni de alıp götüremeyeceğine göre,
kucak kucak selâmlarımı götür bâri
eşe dosta, herkese. Soran olursa, Moskova'da bir Türk Şairivar, dersin... ,
Nâzım Hikmet Ran
,, Orhan Karaveli
dinomalarla durmayanları çiftleştirerek çelik dağları sof bir klak gibi döndüremezdik!
Müşterek zahmetin şamateri yakan
*** *** çevirir akan istimar(?) ateşini Şem'asız kibrit gibi söndüremezdik
Şeffaf
temiz
damarlarıyla gözlerimiz
bir umman içinde o kadar karıştı ki kaynayan suda buzu nasıl eritirse deniz(?)
işte biz de
birbirimizde
öyle kaybolduk
Yükseldi müşterek zahmetin şamateri!
Demire can veren dehayı bulduk
Moskova *** *** ve (?) işaretleri metinde okunamayan bölümleri işaret ediyor.
Nâzım Hikmet Ran
Şiir yeni bulunmuştur... 20 Ocak 2008, Hürriyet Gazetesi Doğan Hızlan Müşterek Zahmet, Yeni Hayat, Halk İştirakiyyun Fırkası'nın Nâşiri-Efkârı, İkaz Matbaası, Ankara, 5 Ağustos 1922, Sayı: 18.s.6
DEVRİM. - Büğün bütün acun (dünya) birdevrim çağıgeçiriyor. Eski değerlerin çoğuna inanılmaz oldu artık. Şimdi kişioğluna yeni bir düşünüş aşılamağa çalışılıyor. Kim yapıyor bunu? Bilgi-severler (filozoflar) düşünürler, yazarlar, bilginler.
Bunakarşı koymak isteyen akımlar var: Mussolini'nin "Fascisme"i, Hitler'in "ulusal toplumculuk"u gibi. Bunlaryeni düşünceyi, yeni dörütüistemiyorlar, eski düzeni, gücün sürdürebileceklerini sanıyorlar. Hepsi de "bourgeois" uygarlığını kurtarmaya çalışıyor.Mussolini ve Hitler ortadan kalktı, ektikleri bider (tohum) topraktan sökülmedi.
Onlaryeni düşüncenin yayılmasına engel olmaya uğraşıyorlar da, ortaklamacılık (communisme) yeni düşünceyi benimseyip yaymak mı istiyor? Bakmayın öyle demesine, kanmayın. Ortaklamacılık da eski değerleri savunuyor.Ortaklamacıların yeni bir uygarlık istedikleri yok, ancak "bourgeois" uygarlığını işçilerin yürütmesini istiyor. Bakın ortaklamacılar dayeni düşünceyi,yeni dörütükötülüyor. Onlar, üstelik yasak etmeğe de kalkıyor.Mussoliniciler, Hitlerciler, Stalincileryeni yırı (şiiri)yeni bedizi (resmi),yeni çalgıyıyerip atmakta öyle anlaşıyorlar ki!Bütün dövüşleri onların bir kardeş geçimsizliği...Bunun içindir ki bir yandan öte yana kolayca geçebiliyorlar.
Büğün derinden derine anıklanmakta (hazırlanmakta) olan devrim, o akımların dilediğitoplumsal devrimdeğil, bireyisıkı altına alan, kişiliğin gelişmesiniönleyen devrimdeğil, tersine,bireysel (ferdî) diyebileceğimiz bir devrim, bireyi kendi dileklerine, kendi eğilimlerine göre yaşamağa bırakacak, çoğunluğa karşı azınlığı da, bir başına kalmış kişiyi de koruyacak bir devrim.Hırısitiyanlık, "Tanrı, kişioğlunu kendi sınında (suretinde) yaratmıştır." diyerek kişioğlu saygısını aşılamağa, yaymaya çalışmıştır, kişioğlu Tanrı'ya benzediği için kutsal olduğunu söylemiştir.Büğün ise kişioğlunun salt kişioğlu olduğu için ulu olduğu, saygı görmesi görmesi gerektiği düşünüşü (fikri) belirdi. Doğa-üstü güçlerin baskısından, buyruğundanda kurtulmuş, aktöresini (ahlâkını) kendi kurup yaşamını kendi düzenleyecek bir kişioğlu... Gelmekte olan büyük devrim budur. Bunakarşıkoymağa çalışan akımların hepsi de - ister sağcı olsun ister solcu olsun - geriliktir, geriyen dönmedir. Baskıdan bıkmış, bağımsızlık isteyen bireyi daha büyük bir baskıya alarak yola getireceklerini sanıyorlar.
Özgürlük, kişicilik... Yarınki toplumbunlarüzerine kurulacaktır. Bunlarakarşı gelenler,bireylerideğersiz sanıp dakişiliğin özgürlük içinde gelişmesinebakmayanlargerçekten devrimcideğildir, gerçek devrimi
Kar yağıyor, yine kar, yine mahşer gibi kar. Sanki güller içinde gülen taze kadınlar, Bana beyaz buseler, beyaz buseler yollar; Sanki güller içinde gülen taze kadınlar.
Bir rüya görür gibi gözümde sevinçler var. Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar, kar kar; Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar. Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar,kar, kar.
Oh, the weather outside is frightful, But the fire is so delightful, And since we've no place to go, Let it snow, let it snow, let it snow. It doesn't show signs of stopping, And I brought some corn for popping; The lights are turned way down low, Let it snow, let it snow, let it snow. When we finally say good night, How I'll hate going out in the storm; But if you really hold me tight, All the way home I'll be warm. The fire is slowly dying, And, my dear, we're still good-bye-ing, But as long as you love me so. Let it snow, let it snow, let it snow
"İnsanlara oldukları gibi muamele edersek, onları daha kötü kılarız. Eğer onları olmaları gerektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi yaparız ."