Abdülbaki Gölpınarlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdülbaki Gölpınarlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2007

Bilgin, Bey ve Yoksul... MEVLÂNA


Mevlâna Câmi, KONYA

Semâzen

Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir;
Beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey.
Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey;
Ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul.


Mevlâna Celâleddin Rumî



FÎHİ MÂ-FÎH
Çeviren, tahlilini yapan, açıklamasını hazırlayan:
Bend-i bendegânı Mevlâna
Abdülbaki Gölpınarlı

Derleyen: Ayhan Görür

14 Aralık 2006

Kusurumuz ve ikilik üzerine ...Mevlâna

* * *
* * *
( Biri ) dedi ki: Kusurumuz var. ( Mevlâna ) buyurdu ki:

Kim bu düşünceye düşer, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma uğrayış delilidir. “ Azarlayış kaldıkça sevgi de vardır ” derler. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar azarlanmaz. Amma azarlayışta da fark var. İnsanı dertlendiren, müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye, yardıma delildir. İnsana dert vermiyen, geçip giden azar, sevgiye delil olmaz. Hani tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba, çocuğunu, adam sevdiğini döverse buna azar derler; sevgi delili, böyle bir vakitte meydana çıkar. Şu halde mademki kendinde bir dert, bir pişmanlık görüyorsun; bil ki bu, Tanrının yardımına, sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp görüyorsan o ayıb, sendedir de onda görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü “İnanan, inananın aynasıdır.“ O aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan inciniyorsun demektir.

Dedi ki : Bir fili, su içsin diye bir su kaynağına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor, başka bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmektedir. zulüm ediş, kin güdüş, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. İnsan, kendi kelliğinden, kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de bir tiksinti gelmez. Fakat bir başkasında küçücük bir çıban yahut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez; fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mazur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. “ İnanan, inananın aynasıdır “ dedi, “ kafir, kafirin aynasıdır “ demedi. Amma bu, kafirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır amma aynasından haberi yoktur.

Bir padişahın gönlü daralmıştı, bir ırmak kıyısına oturmuştu. Beyler, ondan ürküyorlar, korkuyorlardı. Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona . Beyler onu çağırdılar: Eğer dediler, padişahı güldürebilirsen sana şu kadar dünyalık veririz. Maskara, padişahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıştı-çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padişah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu güldürsün; boyuna suya bakıyor, başını kaldırmıyordu bile. Maskara, padişaha, suda ne görüyorsun dedi. Padişah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a alemin padişahı dedi, bu kul da kör değil ya.


İşte buna benzer hani; sen onda bir şey görüyor da inciniyorsan o da kör değil ya, senin gördüğünü o da sende görür.

Ona karşı iki “ben” olamaz; oraya iki “ben” sığamaz. Sen de “ben” diyorsun, o da “ben” diyor.
Ya sen onun önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın.
Fakat o ölmez, buna imkan yok. Ne dış alemde ölür o, ne zihinde; çünkü “O, bir diridir ki ölmez.” Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfu vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkan yok, sen öl de o sana tecelli etsin,
ikilik kalksın-gitsin.
İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat olmuştur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasan diri kuş uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.

Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya karşı ölür; amma buna imkan yoktur da a yarasa der, lütfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ışığımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı’nın Zümrüdüanka’sı ol.

Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul, Tanrıdan dostunun sağlığını istemedeydi. Tanrı kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Tanrım diyordu, onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren sensin; bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dileğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen yok ol, kalma, geç-git şu dünyadan. O kul, Yarabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için başıyla oynadı da işi oldu. Bir kulda bu lütuf olur, bir gün bile, önü-sonu, bütün dünya ömrüne değen ömrünü feda ederse o lütfu yaratanda böyle bir lütuf olmaz mı? İmkan mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün değil, bari sen yok ol-gitsin.

Ağır canlı biri geldi de büyük bir kişinin üst tarafına geçti-kuruldu. ( Mevlâna ) buyurdu ki:
Işığın üst yanında olmuşlar yahut alt yanında olmuşlar, ne fark onlarca? Işık yücelik dilerse kendisi için dilemez; maksadı, başkalarına fayda vermektir; başkalarının da ışığından faydalanmasını ister. Yoksa mum nerde olursa olsun, ister aşada bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi ? Onlar ölümsüz güneştir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları şudur: Halkta onların yüceliğini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzağıyle dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür yüceliğe yol bulsun, ahiret tuzağına düşsün. Hani Mustafa da Mekke’yi, başka şehirleri, onlara muhtaç olduğundan zaptetmiyordu; herkese yaşayış bağışlamak, aydınlık vermek, görüş lütfetmek için zaptediyordu. “ Bir avuçtur bu avuç ki vermiye alışmıştır; almıya alışık değildir.”

Onlar halkı aldatırlar amma bağışta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan bir şey almak için değil. Bir adam, hileyle kuşcağızları tuzağa düşürmek, onları yemek, satmak için tuzak kurar; buna düzen derler. Fakat bir padişah, kendindeki hünerden haberi bile olmıyan değersiz, acemi doğanı tutup elinde-bileğinde besleyip terbiye etmek, yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen demezler. Görünüşte düzendir amma doğruluğun, verginin, bağışın, ölüyü diriltmenin, taşı la’l haline getirmenin, ölü erliksuyunu insan şekline sokmanın ta kendisidir; hatta bunlardan da üstün birşeydir bu. Doğan, kendisini niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzağı arardı; padişahın eline kendiliğinden uçar, konardı.

Halk, onların sözlerinin dış yüzüne bakar da der ki: Biz, sözleri çok işittik. İçimiz, kat-kat dolu bu sözlerle. “Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lanet etmiştir onlara “. Kafirler, gönüllerimiz bu çeşit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz biz derler de Tanrı, onlara cevap vererek buyurur ki: Haşa, gönülleriniz bu sözlerle değil, vesveselerle, hayallerle, ikilikle, hatta lanetle doludur. Çünkü “küfürleri yüzünden Allah lanet etmiştir onlara.” Keşke o hezeyanlardan boş olsaydı da bu sözlerin bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda. Gözleri, bir başka renk görsün, Yusuf’u kurt görsün; kulakları bir başka türlü ses duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir başka renge boyansın, vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Tanrı, onların kulaklarını, gözlerini, gönüllerini mühürlemiştir.Gönülleri kışa dönmüştür; çeşitli şekiller, çeşitli hayaller, kat-kat yığılmıştır gönüllerine; buzdan, soğuktan ne varsa derilmiş, toplanmıştır gönüllerinde. “Allah, gönüllerine ve kulaklarına mühür vurmuştur ve gözlerinde de örtü var onların.“ Hatta bunlarla dolu olduğunu söylemenin de yeri mi? Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları,
ömürleri boyunca gerçeğin kokusunu bile duymamışlardır, gerçeğe ait bir tek söz bile işitmemişlerdir. Bir testi var, Ulu Tanrı onu bazı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kanakana içerler. Bazı kimselere boş gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemiyen ne diye şükretsin? Bu testiyi dolu gören kişi şükreder.

Ulu Tanrı, “Allah Adem’in balçığını kırk gün yoğurdu “ hükmünce onu düzdü-koştu, bunca zaman yeryüzünde kala-kaldı. Lanet olasıca İblis, yere inmişti. Adem’in kalıbına rasladı. O kalıba girdi, damarlarında döndü dolaştı; iyice seyretti; kanla dolu olan damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü. Dedi Ki: Arş ayağında görmüştüm, bir iblis yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, şaşarım doğrusu İblis bu değilse; olsa-olsa budur mutlaka.

Esenlik size dedi de kalktı ( Mevlâna ).

Mevlâna Celaleddin Rumi
FİHİ MA-FİH
Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı
Sayfa 19,20,21,22
Derleyen: : Ayhan

Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir iki midir... Mevlâna

* * *
* * *
Turks Architectural Scroll

" " *

Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir, iki midir diye (birisi) sordu.

( Mevlâna ) cevap verdi:
Karşılıklı konuşurken, işkile düşünce kesin olarak iki olur. Çünkü hiç kimse kendisine aykırı olamaz, kendisiyle karşılaşamaz. Bu yüzden de kötülük, iyilikten ayrılamaz. Çünkü iyilik, kötülükten vazgeçmektir; kötülükten vazgeçmekse kötülük olmadıkça olmaz. Anlaşılıyor ya, iyilikten vazgeçmek de kötülükle olur; kötülüğe düşkünlük olmasaydı kötülükten vazgeçmeye de kalkışılmazdı; hiçbir şey de meydana gelmezdi.

Hani Mecuziler derler ya;
Yezdan, iyilikleri yaratandır.
Ahriman kötülükleri, istenmeyen şeyleri yaratan.

Cevap verir de deriz ki onlara: Sevilen şeyler, sevilmeyen, istenmeyen şeylerden ayrılmaz ki. Çünkü istenmeyen, sevilmeyen bir tarafı olmayan sevgili bulunamaz. Zâti sevgili, istenmeyen, hoşlanılmayan şeyleri bulunmayan kişidir; fakat istenmeyen, hoşlanılmayan şeylerin yok olması, o çeşit şeyler olmadıkça mümkün değildir. Sevinç, gamın yok olmasıdır hani; amma yok olması, gam olmadıkça mümkün değildir; şu halde her ikisi de, birbirinden ayrılmayan tek birşeydir.

Bir de dedim ki:

Bir şey yok olmadıkça faydası görünmez;

hani söz gibi. Sözün harfleri bitmeden, söz söylenmeden dinleyen, faydalanamaz. Arif kişi hakkında kötü söyleyen, gerçekten iyi söylüyor sayılır. Çünkü arif, o kınanan huydan zati kaçar, o huya düşmandır. Şu halde o huyu kınayan, arifin düşmanını kınamada, arifiyse övmededir; sebebi de şu ki: Arif, öylesine kötü huydan kaçmadadır; kötülükten kaçansa övülmeye değer;

Herşey, zıddıyle belirir.

Öyleyse arif, gerçek olarak bilir de der ki: O adam, benim düşmanım değil, beni kınamıyor. Ben, kutlu güzel bir bahçeyim, çevremde de duvar var. O duvarın üstünde pislikler var, tikenler var. O bahçeye yolu düşen, bahçeyi görmüyor da duvarı, o pisliği görüyor, onun kötülüğünü söylüyor. İş böyle olunca bahçe, o adama ne diye kızsın ? Bu kötü söz, bahçeye girmek için duvarı aşmıya uğraşan kişiye zarar verir. Demek ki duvarı kınayış, bahçeden uzak kalıyor; kötüleyen kınayan da kendisini öldürmüş oluyor. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafa da “ Ben güle-güle öldürürüm” buyurmuştu ya. Yani benim bir düşmanım yoktur ki kızarak öldüreyim onu demektir bu. Mustafa, o kafir, kızarak kendini yüz çeşit öldürmesin diye onu bir çeşit öldürür gider de bu yüzden güle-güle öldürmüş olur.


Mevlâna Celâleddin Rumî
Fİ Hİ MA FİH
Sayfa 108, 109
Çev. Abdülbaki Gölpınarlı

Sunan: Ayhan Görür

Kibirlenmek üzerine...Ferideddinî Attâr







Kate-Mawdsley-Bugs

Bal arısıyla karıncanın hikâyesi


Arının biri, kovanından pek neşeli, pek kararsız bir halde uçup geliyordu.
Bir karınca, onu böyle sevinçli, kulluk hükmünden çıkmış görünce.
Dedi ki: Neden sen böyle neşelisin; niçin sevincinden bir yere sığmıyorsun ?
Arı, a karınca dedi, neden neş’eden gönlüm coşmasın; niçin neşelenmeyeyim ?
Nerede istersem orda oturuyor, ne dilersem seçip yiyorum.
Dilediğim gibi dünyayı gezip dalaşmaktayım. Artık bir an bile neden kederleneyim ki ?
Bu cevabı verip yaydan fırlayan ok gibi bir kasap dükkanına dek uçup gitti.
Dükkanda yağlı bir et parçası vardı; ona konup hemencecik iğnesini daldırdı.
Kasap, ete satırı çalınca arı, ikiye bölünüverdi:
Yere düştü. Karınca haberdar olunca gelip yarısını aldı;
Yolda zorlukla onu hem çekiyor, hem de diyordu ki:
Dilediği şeyi yiyen, gönlünün istediği yere konan kişi,
dilemediği şeyi görür, senin akıbetine uğrar.
Dilediği gibi yaşayan, senin gibi ölür. Bak sonun ne oldu?
Haddin olmayan yere adım attın ama bilgisizlik yüzünden kendi kendinin kanına girdin.


"


Az ululanmak, az kibirlenmek, güzel huy ve kerem sahibi olmak gerek.
Gücü kuvveti olanın, terazide Kafdağı kadar ağır gelenin bile ağırlığı, değeri, bir arpadan daha aşağıdır.
İnsanları az incit; bu huyu seç. Hafif ve çevik ol. Bundan daha kısa, bundan daha yakın yolun yoktur senin.

Ferideddin- i Attâr

İLÂHİNAME
II
Çeviren : Abdülbâki Gölpınarlı
s. 34, 35, 36


Sunan : Ayhan Görür

25 Nisan 2006

Tanrı ve İnsan ... MEVLÂNA

* * *

* * *
TANRI VE İNSAN

  • TANRI'ya dayanan,
    ona ulaşmak için çalışıp çabalayan kişi
    İNSAN değildir;
    fakat TANRI'yı anlar bilirse o bilinen,
    anlaşılan da
    TANRI değildir.
  • İNSAN ona derler ki, çalışıp çırpınır,
    Tanrı' nın ululuk ışığının çevresinde
    rahatı- kararı kalmaz.
  • TANRI da odur ki, insanı yakar-yandırır,
    yok eder-gider.
    fakat hiçbir akıl O' nu anlayamaz.

Mevlâna Celâleddin Rûmî

FÎHÎ MÂ-FÎH
Çeviren, tahlilini yapan, açıklamasını hazırlayan:
Bende-i bendegânı Mevlâna
Abdülbâki Gölpınarlı


Derleyen: Ayhan Görür