Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2008

Akıllı ve anlayışlı bir kimsenin nasıl olup da pişman olacağı şeyleri yaptığına dair...Ebû Hayyân Tevhîdî

* * *

OTUZ DOKUZUNCU SOHBET

Ebû Süleyman'a soruldu: Nasıl oluyor da, akıllı, anlayışlı, basiretli ve mahir bir kişi pişman olacağı şeyi yapabiliyor? Sonucunu bildiği şeyin öncüllerini nasıl irtikap ediyor? Aklının karşı çıktığı, dininin çirkin gördüğü, güzel duyguları nedeniyle iğrendiği, alışkın olmadığı, yapmaması için başkalarına öğüt verdiği bir şeyin üzerine nasıl gidebiliyor? Oysa bunu sırf kendisi seçerek, isteyerek ve kendinde bulunan bir güç ile yapıyor. Üstelik aklı da onun dizgini, gemi, yargıcı ve önderi konumundayken?

Dedi ki: Seçme gücü (ihtiyar), yapabilme gücü (istitâa), potansiyel (kuvvet), muktedir olma (kudret), basiret, keskin karar, görüş, düşünce, keskin zekâ, gözüpeklik, çaba, uyanıklık ve bu kabilden olan, bunların yerine geçen, bunlara benzeyen ve bunların bulunduğu alanlara giren şeylerin insandaki durumu, bunların gerçek egemenindeki (melik: Allah?) durumu gibi değildir. Gerçek egemen bunları istediği yöne çeker. Yâni o bunların üzerinde tam bir egemenlik sahibidir. Eğer (insan bunlara) gerçek egemenlik bakımından sahip olsaydı, hiçbir yanlış yapmaz, az bile olsa sapmaz, gönül dağlayan pişmanlığa düşmez, can yakacak ve tasaya boğacak şeylere ilişmez, bu denli zahmetli işlere girişmez, şaşkınlık içerisinde oradan oraya gitmez, ters yüz olmuş ve gözleri bulanmış bir durumda kalakalmazdı. Bu özellikler bunların (gerçek) sahibi olan (Allah')tan, (kısmî) egemenlik yoluyla bulundurduğu zaman, bunlara sahip olan kişinin elinde kalan, yalnızca birtakım kalıntılardır. Ne zaman (Allah) onun fiilini tamamlamasını istese, fiilini tamamlaması konusunda ona yardımcı olur. Ta ki, kimse bu kişinin bağımsız olduğunu, kendi gücüyle yetkinleştiğini düşünmesin. Tam tersine, insan bir şeyi tamamladığında bundan sevinç duysun, fiillerinin bir kesintiye uğramadan başarıya ulaşması için bunu kendisine nasip edene şükretsin, sorunlar karşısında Rab'ine sığınsın, kendi gücüne, kuvvetine, bilgisine, basiretine, sağlamlılığına, kahramanlığına, gururuna ve yapısına güvenmesin; kendisi için daha evlâ olana teslim olsun, tüm egemenlik araçlarını ve sırtındaki yükü onun önüne bıraksın. Bu anlattıklarım aslında ilâhlığın ve kulluğun gereklerini yerine koymaktır. Bunları hangi vâdide helâk olduğu, hangi rüzgârın önünde savurduğu, hangi denizde boğulduğu, hangi sel suyunun sürükleyip geldiği çerçöp ve köpükler arasında çürüdüğü Allah katında hiçbir önem taşımayan kişiden başkası inkâr etmez.

Ben ona dedim ki: Bu sözler iyilerin, din adamlarının ve şeriatları koyanların
(: peygamberlerin) izlerini taşıyor.

Dedi ki: Ey oğul! Buna şaşmamalısın. Peygamberler, temiz kişiler (asfiyâ) ve onları izleyenlerin tümü bu dünyada onun ruhu (nefs) temizleyip öbür dünyada onun kurtulmasını sağlama çabasıile meşgûl olmuşlardır. Sözler karmaşık ve işaretler derin olsa bile, anlatılmak istenen şey açık, ulaşılması istenen amaç olarak ortadadır. Dini ortaya çıkaran hikmet değil midir? Hikmetten faydalanan din değil midir? Felsefe ruhun formundan başka nedir ki? Din ruhun yaşam biçiminden başka bir şey midir ki? Siz bana şeyhiniz el-Hadramî es-Sûfi'nin şöyle dediğinden söz etmiştiniz: Peçeler (en-nukub) çok olsa da güveyi (el-arûs)tektir. Çelişki ortadan kalkmış ve uyuşmazlık düşmüş bulunmaktadır. Bu durum, kendisine hiçbir elem katışığı ve üzüntü ilişiği bulunmayan sürekli hayatı talep edenler için kaçınılmazdır.


Ebû Hayyân Tevhîdî
930-1023

Felsefede Fârabî ekolünde yetişen Ebû Hayyân Tevhîdî
Arap nesrinde büyük usta Câhız'dan sonra
en dikkat çekici isim sayılmaktadır.
Ona "filozofların edîbi; ediplerin filozofu;
Câhız-ı Sânî (: ikinci Câhız) deniyordu.
O, yazdığı kitaplarla dilden edebiyata,
kelâm ve felsefeden, psikoloji ve tasavvufa kadar
geniş bir alanda ustalığını göstermiştir.
Bordo-Siyah
Dünya Klâsikleri

Derleyen: Ayhan Görür

2 Ağustos 2007

Beni Bir İnsan Olarak Göreceksin...Muhammed İkbal

* * *
by Pino

İnsan Olarak Şair

Aziz dostum, buraya gel!
Sen beni sadece soyut bir düşünür
ve yüce amaçların rüyasına dalmış
biri olarak tanıyorsun.

Benim evde çocuklarla oynamamı ve
sırasıyla onların tahta atı olmamı gör!

Benim ailemin içinde, kır saçlı annemin
dizlerine başımı koyup uzanışıma bak!
Hayat veren ellerinin dokunuşu,
zamanın tufanlı akışını tersine çeviren ve
beynimde dönüp duran
Kant ve Hegel felsefesine rağmen bana tekrar
bir okul çocuğu olma mutluluğunu bahşeden
annemin dizlerine uzandığım o ana bak!
Burada beni bir insan olarak göreceksin!



Muhammed İkbal
Çeviren: Halil Toker, Kaknüs Yayınları

Tablo, Bedri Rahmi Eyüboğlu

Derleyen: Ayhan Görür

17 Mart 2007

Felsefe, eşekler ve...Montaigne

* * * ÖLÇÜ
......
Düşüncede (felsefede)
saplantı ve azgınlık en açık ahmaklık belirtisidir.

Canlılar arasında
eşekten
daha kendisinden emin,
daha vurdumduymaz,
daha içine kapalı,
daha ciddi,
daha ağır başlı
olanı var mıdır?

Montaigne
Denemeler
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu
Cem Yayınları

Hodja Nasreddin,Turkey

Kaldı ki; eşek Nasrettin Hoca'nın da
en vefakâr dostu ve yoldaşıdır...

Derleyen: Ayhan Görür

17 Temmuz 2006

Düşüncede saplantı, azgınlık ve Ölçü... Montaigne

*










*
ÖLÇÜ

İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor, kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor... İyi olmak arzusu bazan öyle bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Kelimelerle oynamak diyeceği geliyor insanın buna.

Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir iş yaparken de pekalâ aşırılığa düşebilir. Tanrı'nın dediği de budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır.

Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu kedefe ulaştıramayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon'da Kallikes der ki, felsefenin fazlası zararlıdır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur; faydalı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız donunmayacakbir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz.

Kallikas doğru söylüyor; çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek duygularımızı körleştirir; lüzumsuz inceleme ile bizi tabiatın güzel ve rahat yolundan çıkarır.

(Kitap II, bölüm xxx)

Düşüncede saplantı ve azgınlık en açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar arasında eşekten daha kendisinden emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ciddi, daha ağır başlı olanı var mıdır?


Montaigne

Denemeler
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu
Cem Yayınları
Derleyen:Ayhan Görür

16 Mayıs 2006

İslâm Düşüncesinin Yapısı, Selef/ Kelâm/ Tasavvuf/Felsefe... Prof.Dr.Süleyman Uludağ


İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN YAPISI
Selef/ Kelâm/ Tasavvuf/ Felsefe
S U N U Ş
Hz.Peygamber döneminde İslâm düşüncesi kayıtsız şartsız imâna dayanıyordu. Hz.Peygamber’in arkadaşları karşılaştıkları mes’eleleri O’na sorarak hallediyorlardı. Bununla birlikte imân esasları hakkında akıl yürütmek ve düşünmek yasaklanmış değildi. Hatta Hz. Peygamber şüphe ve vesveseyi taklidi iman’dan üstün görüyordu. O imân esasları hakkında şüphe izhar eden bir sahâbe için “Onun durumunu vesvese haline yükselten Allah’a ham dolsun “ (İbn Hanbel, I, 34) buyurmuş ve vesvesenin imânın esası olduğunu bildirmişti (Müslim, İmân, 211).

İslâm’da düşünce, taklidi imandan tahkiki imâna ulaşmak için vesiledir. Tahkiki imân ise kendisine tam mânâsıyla teslim olunan imândır. Hz.Peygamber ve arkadaşları imânı böyle bir imândı.
İlk bir buçuk asırlık zaman içerisindeki imân anlayışına selef akidesi adı verilir. Daha sonraki devirlerde de tartışmadan uzak bir imân sistemine sahip olan yâni selef akidesine mensup olan müslümanlar olagelmiştir.

İslâm coğrafya olarak genişlerken eski ve yabancı kültürlerle temas ediyordu. Özellikle Yunan felsefesinin Arapçaya çevrilme faaliyetlerinin H.2. asrın sonlarında yoğunlaşması, İslamın imân ilkeleri bu yabancı fikirlere karşı savunma zaruretini arttırdı. Kelâm ilmi bu zaruretin bir ifadesi olarak doğmuştur.

İslâm düşüncesinin bir başka yönünü teşkil eden tasavvuf, ayrı bir kurum olarak İslam dünyasında maddî refahın artıp müslümanlara Hz.Peygamber devrindeki mânevi hayatın özlemini duydukları H.2. asrın ortalarında doğdu. Tasavvuf bir hayat tarzı olarak Hz.Peygamber’in ve arkadaşlarının yaşayışlarını örnek alıyordu.

İslâm düşüncesin üç önemli unsurunu teşkil eden üç akım;
nassa kayıtsız şartsız teslimiyeti savunan selefiye, islâm ilkelerini savunmak için akla büyük yer veren kelâm ve İslâma özellikle kalbe yaklaşan tasavvuf sürekli etkileşim halinde bulunan akımlardır. Elinizdeki kitap bu ilişkilerin ana çizgilerini açıklamak ve büyük meseleler karşısında bulunan çağımız müslümanlarına, düşünce hayatında ortaya çıkan ihtilâflar karşısında hoşgörülü ve dayanıklı olmak gereğini duyurmak gâyesini taşımaktadır.
DERGAH YAYINLARI

Ö N S Ö Z
İnsan, mutlak gerçeği, varlığın ve hakikatin, dini gerçeklerin mahiyetini ve ilâhi mes’elelerin esasını ne ile bilir? Bu konuda esas olan bilgi elde etme vasıtaları nedir ?
Bu soruya Ehl-i sünnet âlimlerinin üç gruba ayrılarak üç farklı tarzda cevap verdiklerini görmekteyiz:

1. Nass ve nakil : Selefiyenin yolu,
2.
Akıl ve istidlâl: Kelâmiyenin yolu,
3.
Keşf ve ilham : Sufiyenin yolu.

Söz konusu sorulara verilen farklı cevaplar, 14 asırlık sünni tefekkür tarihinin her döneminde, aynı derecede ehemmiyetle tartışılmış “bilginin kaynağı ve elde edilmesinin vasıtası” (esbâb-ı ilim, epistemoloji) mes’elesini ortaya çıkarmış, hareketli, şiddetli ve bazan de insafsız münakaşaların konusu haline gelmiştir. Sünnî mezhepleri ile tarikatları arasında en büyük ihtilâf konusu olan ve tesirleri bütünüyle hâlâ devam etmekte bulunan bu konudaki nazariyeleri–tarih içindeki gelişmelerini bir yana bırakarak-ana hatlarıyla tasvir etmek ve gözden geçirmek gerekir.

Aslında bu üçlü tasnifin daha umumî bir inceleme ile bütün islâm mezheplerine tatbik etmek de mümkündür. Meselâ, Mutezilenin tesirinde kalarak akla fazla önem veren Şiiler bir “ Şii akılcılığı” nı (Şia rosyonalizmi), tasavvufun tesiriyle ilhama fazla değer veren Şiiler bir “Şii tasavvufu” nu (Şia mistisizmi) ve naslara daha fazla ehemmiyet veren Şiiler bir “Şii nascılığı” nı (Şia doğmatizmi) meydana getirmişlerdir. Üçlü ayrımı en umumi hatlarıyla ele alarak bütün dinlere tatbik etmek bile mümkündür.

Biz bu eserdeki mukayeselerde Sünniliğin içinde kalmaya, yani ortaya koyduğumuz fikirleri, Sünni olarak kabul edilen müellif ve eserlerinden alarak ispat etmeye gayret edeceğiz. İlkin selefiye ele alınacak, selefiyenin kelâm ve tasavvufa karşı tavrı ortaya konulmaya çalışıldıktan sonra ikinci olarak kelâmiye, üçüncü olarak da sufiye değerlendirilecektir. Daha sonra bu üç mektebin İslâmı tebliğ etmede takip ettikleri usuller araştırılacak son olarak da İslâm felsefesi üzerinde durulacaktır.

Burada üç hususu belirtmekte fayda görüyoruz:
a) Nakli esas alan selefiye, aklı esas alan kelamiye ve ilhamı esas alan sufiye, burada en aşırı şekilleri ve mümeyyiz vasıflarıyla ele alınarak tanıtılmaya çalışılmıştır. Maksat belli bir düşünüş ve inanış biçimini ortaya koymaktır. Onun için bu üç mesleğin birbirine yakın ve bazan da yekdiğerinin aynısı olan hususların üzerinde durulmamış; tersine birbirinden uzak ve farklı özellikleri gösterilmiştir. “ Bu üç meslek ve mezhep içinde birbirine yakın ve çok mutedil tipler yoktur, “ diye bir iddia sahibi değiliz.

b) Selefiyede nakil, kelâmda akıl, tasavvufta ilham esastır, dediğimiz zaman; Selefiye akla, kelâm nassa ve ilhama, tasavvuf nakle ve akla önem vermez demek istemiyoruz. Bununla şunu anlatmak istiyoruz: Kelâm nassa ve ilhama da ehemmiyet verir, bunların faydasına inanır ve lüzumunu savunur ama kelâmda esas olan akıldır, nass ve ilham akla tabidir. Selefiye ve sufiye için de durum budur.

c) Şu hususu da ifade etmek gerekir. Biz hiçbir zaman bu üç yoldan birini tercih ve terviç etmenin gayreti içinde değiliz. Üç düşünce tarzının da İslam düşüncesine müsbet tesirlerinin olduğu kanaatindayız. Gayemiz asırlardır devam eden ve bugünde olanca gücüyle varlığını hissettirmekte olan Sünniliğin içindeki ihtilafların köküne inmek, bu çeşit mücadelelerin, itikâdi ve fikri mahiyetini tanıtmaktır.


G İ R İ Ş
KONUNUN MAHİYETİ

İnsan bilgisinin kaynağı ve elde edilme şekli ( epistemoloji ) felsefede başka, dinde daha başka biçimde ele alınmıştır. Bilgi teorisi (marifet nazariyesi) meselesi, felsefede değişik ekollerin meydana çıkmasına sebep olduğu gibi, dinde de muhtelif hareketlerin vücuda gelmesine yol açmıştır. Mânevi, ahlâki, ve ilahi gerçeklerin anlaşılmasında, mahiyetine en uygun tarzda kavranmasında ve doğruya en yakın şekilde tesbit edilmesinde ağırlık; ya nassa ve nakle veya akıl ve istidlale veyahut da keşf ve ilhama verilir. Bu konuda başka bir ihtimal yoktur. Bu duruma göre özellikle İslam aleminde ortaya çıkmış olan mezhep ve tarikatlar, ister istemez temelde bu üç esastan birine dayanacaklardır. Bu bakımdan, bilginin kaynağı ve elde edilme şekli esas alınarak, sayıları binleri aşan İslam mezheplerini ve tarikatlarını, en umumi hatlarla üç grup altında toplayabiliriz.
Dini ve dine dayalı ilmi konularda :
I. Selefiye. Nassa, nakle ve rivayete ağırlık verir.
II.Kelâmcılar. Akıl, istidlal ve muhakemeyi esas alır.
III.Sufiler. Keşfe, feyze ve ilhama daha çok önem verir.

Ana hatları ile üçe ayırdığımız bu gurupları ayrıca kendi aralarında hür ve serbest düşünceli olanlar, mutedil ve muhafazakâr düşünceli olanlar, köklü ve müfrit düşünceli olanlar diye de guruplandırmak mümkündür.

Her üç grubun da fanatik ve aşırılarının bulunduğunu daima gözönünde bulundurmak zarureti vardır. Meselâ umumiyetle cezri ve ifrat niteliğindeki düşüncelere sahip olan Selefiyeler, bir: “Selefi fanatizmini” , yine aynı nitelikteki düşüncelere sahip olan kelâmcılar bir : “kelâm fanatizmini”, yine aynı durumdaki düşüncelere sahip olan mutasavvıflar bir “Tasavvuf fanatizmini “ meydana getirirler. Müşebbihe ve Haşeviyeye yakın olan bu nevi mutaassıp Selefilere “gulatı–ı selefiye “, akılcı felsefeye ve Meşşailiğe çok yakın olan bu tarzdaki kelamcılara “gulat–ı kelâmiyye “, sezgici ve işrâki felsefeye çok yakın olan bu gibi mutasavvıflara : “gulat–ı sufiye“ adı verilmektedir.

Mutaassıp, câhil ve söz dinlemez selefilerin mevcut olduğunu görüp de bütün selefilerin öyle olduklarına hükmetmek çok yanlış olur. Kelâmcılar ve hatta mutasavvıflar kadar hür ve serbest düşünebilen selefiler mevcut olduğu gibi, fanatik selefiler kadar dar görüşlü kelâmcılar ve mutasavvıflar da vardır. Mutaassıp ve mukallit selefiler, kelâmcılar ve sufilere daha çok son dönemlerinde, serbest görüşlülerine ise ekseriya ilk devirlerde raslanır.

İstisnaları çok olmakla beraber ekseriya selefiler geniş görüşlü değillerdir. En geniş ve en serbest düşünenler daha ziyade mutasavvıflardır. Kelâmcılar ikisi arasında bir yer işgal ederler. Gerçekten de Gazali, İbn Arabi, Mevlânâ ve Yunus Emre gibi tüm islâm dünyasının en geniş ve en hür düşünen simalarını tasavvuf muhiti yetiştirmiştir.

Bu konuyu tasavvuftan vereceğimiz bir örnekle biraz daha açalım: Hakk’a ermek ve ilâhi gerçekleri öğrenmek için mutasavvıflar tarafından üç yol tutulmuştur:
1.Tarik–i ahyar : Hayırlı insanların yolu. Bu, zühd, takva, vera’, ibadet ve taat yoludur.
2.Tarik–i ebrar : İyi insanların yolu. Bu, riyazet, mücahede ve tasfiye yoludur.
3.Tarik–i şuttar : Âşıkların yolu budur. Bu yolda âşk, sevgi, vecd ve cezbe halleri galiptir.

Buradaki yolların sonuncusu, tasavvufu son sınırına kadar götürenlere aittir. En tipik mistikler bunlardır. İkinci yolu tutanlar bunlardan daha az, birinci yolu tutanlardan daha az mistiktirler. Hatta bunlara mistik bile denmez.

Ham sofular ve kuru zahitler - ki bu harekete de zühd–i barid ve zühd-i huşk denir - bu tasnife dahil edilmemişlerdir. Kelâm ve selef yolu için de buna benzer tasniflerden bahsetmek pekala mümkündür.

Daha evvelki tasnifler:
Burada verdiğimiz tasnif ve taksimlerin benzerine İslâm fikir tarihinde raslamak mümkündür.

Şöyle ki;
İslam fikir ve inanç tarihinde tüm insanlar iki ana guruba ayrılır : 1.Ümmet–i dâvet, 2.Ümmet–i icabet. Bu tasnif gayr-i müslimler ve müslimler şeklinde ifade edilmiş, müslümanlar bir grup, gayr-i müslimler ise diğer bir grubu meydana getirirler, denilerek, “ küfür millet-i vahidedir “, hükmüne ulaşmıştır.

Müslümanlar da iki büyük guruba ayrılmıştır.
1.
Sünni mezheblerine bağlı olanlar,
2. Bid’at mezheplerine mensup olanlar
.

Sünniler de üç guruba ayrılırlar :
a) Selefiler,
b) Kelamcılar,
c) Sufiler.

Biz burada sadece bu tasnif üzerinde durmaktayız. Fakat unutmamak gerekir ki nascılık, akılcılık ve sezgicilik bütün din ve mezheplerin gerçeğidir.

Gazali’nin tasnifi:
İmamı Gazali çeşitli eserlerinde bu nevi tasnifler üzerinde durmuş, dini, ilâhi ve manevî gerçeklerin hangi yoldan daha iyi anlaşılacağını bizzat denemiş ve bunların değerlendirmesini yapmıştır.

Gazali el-Münkiz’de hakikati araştıranların dört sınıf olduğunu bildirir.
l. Kelâmcılar. Rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler.
2. Bâtiniler. Hakikatin “ma’sum imam “dan talim yolu ile öğrenileceğini iddia ederler.
3. Filozoflar. Hakikatin bürhan, delil ve mantıkla öğrenileceğini iddia ederler.
4.Mutasavvıflar
. Hakikatin keşf ve ilhamla öğrenileceğini söylerler.

Gazali’nin bu tasnifi kendi devrine göredir. Batiniler o devirde faal olduklarından onları da hesaba katmıştır. Aslında Batini’lerin iddialarına göre ma’sum imam, hakikati doğrudan Allah’tan öğrendiğine göre bunun ayrı bir yol olmaması gerekir. Gazali’nin Selefileri hesaba katmaması da dikkat çekicidir.

Gazali, el-Kanunu’l kulli fi’t-te’vil (Trc.Uludağ, İst.1972. İslâm’da müsamaha’nın eki ), isimli eserinde te’vil’den bahsederken dikkate değer şöyle bir sınıflandırma yapar:
1.Dâima aklı ön plana alanlar ve nakle yer vermeyenler.
2.Dâima nakli ön planda tutanlar ve akla yer vermeyenler.
3.Aklı esas almakla beraber nakli ona tabi kılanlar.
4.Nakli esas almakla beraber aklı ona tabi kılanlar.
5.Aklı da nakli de birer esas olarak kabul eden ve aralarında bir çelişki ve tutarsızlık görmeyenler.


Gazali bu grupların isimlerinden açıkca bahsetmemiştir. Fakat 1. gurupla felsefeyi, 2. gurupla Haşeviyeyi, 3. gurupla kelâmcıları, 4. gurupla Selefiyeyi, 5. gurupla âlim ve ârifler yolunu kastettiği anlaşılmaktadır. Bu tasnifte de tasavvuf yoluna raslanmamaktadır. Bu, akıl ve nakil esasına göre yapılan, keşf ve ilham dikkate alınmayan bir tasniftir.

İbn Rüşd’ün tasnifi :
İbn Rüşd, Kitâbu’l – keşf an minhaci’l – edille, isimli eserini, din ve şeriatı anlama konusunda insanların teşkil ettikleri dört gurubu anlatarak yazmaya başlamıştır.
l. gurup: Eş’ariler. Halk bugün bunlara ekseriye Sünni gözü ile bakar,
2.gurup: Mutezile,
3.gurup: Bâtiniye, yani mutasafvvıflar,
4.gurup: Haşeviye: Mücessime ve Müteşebbihe.
5.gurup: Felsefe
.
Burada Mutezile ve Eş’ariler kelam kategorisinde, Selefiye de Haşeviyede sayılırsa yolların sayısı üçe iner. Aslında te’vil esasına göre yaptığı bu tasnifte İbn Rüşd mutasavvıfları delil ehli olarak da görmez.

İbn Rüşd, Faslu’l-makal isimli eserinde Kur’an’ın halkı üç yoldan hakka davet ettiğinden bahsetmiştir.
1. Burhan ve cedel ehli olanlar: Filozoflar ve kısma girer.
2. Cedel ehli olanlar: Kelamcılar bu yolun mensuplarıdır.
3. Hatabi ve iknai sözlerden anlayanlar:
Halkın yolu budur.
İbn Rüşd, bu tasnifi yaparken Nahl suresinin 125. ayetini esas almıştır. Fakat bu yol da te’vil esasına göredir. Bilginin kaynağı olan vahiy, akıl ve kalb esasına göre değildir.

İzmirli’nin tasnifi :
İzmirli İsmail Hakkı “ Beş sınıf “ isimli makalesinde şu guruplardan bahsetmiştir.

l . Selefiler. Asla nassı nazara tabi kılmazlar.
2. Kelamcılar. Nassı nazara ve akla tâbi kılarlar. Mutezile ve Kaderiye Ehl-i bid’at kelâmcılarıdır. Eş’ariye ve Maturiyidiye Sünnî kelâmcılarıdır.
3. Filozoflar. Kelâmcılar bir ölçüde kendilerini nas ve nakille bağlı saydıkları halde Filozoflar nas ve nakil kaydına riayet etmezler.
4. Mutasavvıflar. Kelamcıların nazar ve akıl dedikleri bilgi vasıtalarının yerine keşfi ve zevk-i vicdaniyi ikame ederler.
5. Bâtıniler. Hakikatin muallim-i ma’ s u m, yâni mâsum imamdan öğrenilebileceğine inanırlar.

Buradaki beş sınıf düşünceden Felsefe ve Bâtınilik, islâm toplumunda var olan, fakat naslara itibar etmeyen bir düşünce tarzı olduğundan geriye üç sınıf kalmaktadır.
*
Kaynaklarda bir de şöyle bir tasnif vardır:
Bir fikir ve inanç hareketi :
1.
Sadece akla değer verir ve nasla mukayyed olmazsa
Meşşailik.
2.
Aklı esas almakla beraber kendini nasla mukayyet görürse
Kelâm.
3. Sadece sezgiye değer verir ve nasla mukayyed olmazsa

İşrailik.
4. Sezgiyi esas almak beraber kendini nasla mukayyet görürse

Tasavvuf.
Bu tasnifte tasavvufun İşrakiye felsefesine kelâmın ise Meşşai felsefesine olan yakınlığı gayet güzel bir şekilde
gösterilmiş, fakat Selefiye’ye yer verilmemiştir.

Bizim bu eserde yaptığımız tasnif, öteden beri var olan muhtelif tasniflerin değişik bir devamıdır veya yeni bir yeklidir. İslam düşüncesinin bu tasnifler içinde tasavvur edilmesi, bu düşünce sisteminin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inanmaktayız. Unutmamak gerekir ki, tablo İslam düşüncesinin çok umumi bir şem'asıdır. Tafsilat ve teferruatan uzaktır.
* *
Bahis konusu düşünüş ve inanış uslûpları arasında sürekli bir tartışma, sonu gelmeyen bir çekişme ve bitmeyen bir kavga vardır.

Karşılıklı olarak birbirlerini hatalı ve bid’atçı olarak suçlamaktan tutun da, işi idama kadar götüreceklerdir. Muhaliflerine asgari “hatalısın”, azami “kafirsin” diyeceklerdir. Nitekim öyle de olmuştur. Hallac, Suhreverdi-i Maktul, Lisanuddin b.Hatib, Tokatlı Lutfi Molla... bu savaşın çok sayıdaki kurbanlarından sadece bir kaç tanesidir.

Mutasavvıfların, Şeyhu’l – ekber (en büyük mutasavvıf ) tanıdıkları İbn Arabi’ye , Alaaddin Buhari, İbn Teymiye ve Ali Kari gibi muarizler, Şeyhu’l ekfer (en büyük kafir) ünvanını layık görmüşlerdir. İbn Hacer Mekki, İbn Teymiye ve talebesi İbn Kayyım’dan bahsederken, bunların kâfir, sapık, zındık ve mülhid olduklarını söyler.
Tasavvufi tefsirlerin en önemlilerinden birinin yazarı olan İsmail Hakkı Bursevi, sırf Mevlânâ ve babası ile iyi geçinemediler diye kelâm tarzındaki tefsirlerin en güzelini yazmış olan Fahruddin Razi’nin tutumunu iblisin tavrına benzetir.

Müslümanların, “Rahmetullahi aleyh”, (Allah rahmet etsin), “kaddesellahu sırrahu”, “Allah sırrını takdis etsin” ve “Hazretleri” gibi hürmet ve tazim ifade eden kelimeleri kullanmadan isimlerini ağızlarına almadıkları zevatın yekdiğeri aleyhindeki sözlerini nakletmede ve anlatmada ne mânâ ve fayda vardır.Kirli çamaşırları ortaya dökmede ne maslahat vardır? Kusurlar gizli tutulmalı ve ayıplara örtülmeli değil midir? Saygı ile yadedilen zevat etrafında bir takım şüphelerin meydana gelmesine sebebiyet veren beyanlardan kaçınmalı değil midir? Asırlar boyu müslüman halkın saygı ve sevgi duyduğu büyük isimleri, bu durumdan çıkaran davranışlar dine ne kazandırır?...

Bu ve buna benzer daha pek çok şey söylenebilir. Bu gibi malahazalar esas itibariyle yanlış ve yersiz de sayılmaz. Bu fikirlerde ve endişelerde gerçeklik payı bulunduğu muhakkaktır. Ancan herkesin değilse bile, ilgili bazı kişilerin tarihi, fikri ve itikadi realiteyi bilmelerinin lüzum ve zarureti de tartışma konusu yapılamaz.

İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde şu tezi savunmuştur: Tarih, yaşanan zamanın ve halin bir aynasıdır. Günümüzde ne olmakta ise, geçmişte de o olmuştur... Tarihi hâdiselere hakim olan kanunlar hiçbir zaman değişmez. Her zaman aynıdır. Hal de mâziyi aksettirir. Esasen, yaşanan hayatın geçmişe intikal eden kısmına tarih denir ve insanlığın hayatı geçmiş, hali ve geleceği ile bir bütündür. Onun için günlük hayatımızı geçmişten tecrid edemeyiz. Tarihi ve geçmişi iyi öğrenmek, hal ve istikbâl hakkında sağlam tesbitler ve doğru teşhisler yapılmasına imkân verir. İslâm cemiyetini içinden kemiren hizipçilik, tarihte olduğu gibi bugün de vardır. Bu hizipler neden anlaşamıyorlar?

İsim İslâm, gâye İslâm, gayeye ulaşılmasını sağlayan vasıtalar İslâm...Fakat bu ihtilâf ve tefrika neye? Müslümanlar çoğunlukta olduğu halde neden İslâmi düşünce mahkûm? Neden dini guruplar ve hizipler, İslâma karşı onların tenkidini yapacakları yerde, yaptıkları konuşmalarda, gazetelere ve dergilere yazdıkları yazılarda müslümanları suçluyorlar? Yapılacak başka iş kalmadı mı? Her bakından en iyi halde ve seviyede miyiz?

Bakınız 771/1370’de vefat eden Subki, Muidu’n-niam ve mübidu’n-nikam isimli eserinde, bundan altıasır evvel neler söylüyor: “ Fıkıh hocalarından bazıları fer’i meselelerde mezhep taassubu göstermekte ve bu konuda muhaliflerini ve kendileri gibi düşünmeyenleri açık ağır bir şekilde suçlamaktadır. Fıkıh hocalarının kötü huyları ve fena âdetleri işte budur. Öyle mutassıp kişeler gördüm ki, kendi mezheplerinden olmayanların ve kanaatlarına katılmayanların peşinde namaz kılmamakta ve anlatılması bile ayıp olan işler yapmaktadır. Ulemânın Fer’i konularda iki görüşü var:
(1) Bazılarına göre her müctehid musibtir, hak üzeredir,
(2) Diğer bazılarına gör musib olan müctehid birdir, diğerleri muhtidir, hata üzeredir. Fakat hata eden bir, isabet eden iki ecir ve sevap alır. Durum bu olunca, fıkıh hocaları fer’i konulardaki suçlamaları bırakıp bid’atcı ve sapık kişileri reddetme işiyle uğraşsalardı acaba neleri eksilirdi? Fer’i ve tali konularda taassup gösterenlere deyiniz ki: yazıklar olsun, size. Bırakın şu taassubu da bi’atcıları defedin ve İslâmı savunun! Fer’i meselelerde taassub göstermeniz, halkı tek bir mezhep ve kanaat üzere olmaya zorlamanız, Allah’ın kabul edeceği bir amel değildir. Sizi böyle davranmaya sevkeden sadece taassub ve haseddir. Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmet (r.a.) sağ olsalardı sizleri şiddetle reddeder ve yaptığınız işten kendilerini ibra ederlerdi.

Sayılamayacak kadar çok kişi gördüm ki, besmele çekmeden hayvan kesen Şafii’yi veya tenasul uzvuna dokunduğu halde abdes yenilemeden namaz kılan Hanefiyi veyahut namaz kılarken besmele okumayan Malikiyi veyahut da zeval vaktinden evvel Cuma namazını kılan Hanbeliyi tenkit ve reddetmek için bütün gayretini sarfettiği halde, öbür taraftan sayısını Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir çok beynamaz gördüğü halde onlara ses çıkarmamaktadırlar. Halbuki İmam Malik’e, İmam Şafii’ye ve İmam Ahmed’e göre kasten ve mazeretsiz olarak namaz kılmayı terkedenin cezası ölümdür.

Sübki’nin anlattıkları ile şimdiki durum arasında ne fark vardır?

İslâma karşı olan fikir, inanç ve eylemler hergün gücünü artırırken bu duruma seyirci kalan, hatta onları mazur gördüğü halde müslümanları mahkûm edenlerin sayıları az mıdır?

İbn Kudame’nin el_Muğni isimli eserinin önsözünde şöyle bir hadise nakledilir: “ Tırablusşam’da, Şafii mezhebine mensup olan zat, şehir müftüsüne müracaat ederek: ‘Camiyi bizimle Hanefiler arasında taksim et, zira Henefiler bizi Ehl-i zimmet gibi kabul ediyorlar’, der. O sırada, bir Hanefi erkek, bir Şafii kadınla evlenebilir mi, konusu tartışılıyordu. Hanefilerden bazıları, Şafiiler ve Eş’ariler ‘İnşallah muminim’, dedikleri için imanları şüphelidir, onun için kendileriyle evlenilmez, diyor, diğer bazıları da Ehl-i zimmete kıyas ederek onlardan kız almanın caiz olduğu kanaatını savunuyordu. “

Şimdiki durumda da bunun örneklerine raslamak mümkündür.

Müslümanlar neden dini hizip ve guruplara ayırıyorlar, konusunu bugünkü hiziplerden ve guruplardan örnekler vererek izah etmek sakıncalı olduğu kadar da faydasızdır. Bu hizip ve guruplar hakkında hissi olmayan sağlam hükümler vermek zordur. O halde tarihteki örnekleri ortaya koyup onlar üzerinde düşünmek, değerlendirmek yapmak daha mâkul bir hareket tarzı olur. Tarihteki örnekleri inceledikten ve değerlendirildikten sonra bugünkü problemi çözmek basitleşir. Zira artık formül bulunmuştur, demektir.

Keşke İslâm âleminde ve Türkiye’de bu nevi ihtilâflar ve tefrikalar olmasaydı da, tarihteki örneklerinden bahsedilme ihtiyacı bulunmasaydı! Bu ne kadar iyi ve güzel olurdu! Bu tür arzulara rağmen ihtilâflar bugün de yarın da mevcut olacaktır. Bu bir zarurettir.Allah’ın, içtimai hayata koyduğu değişmez kanunlar bunu gerektirmektedir.

Dün var olan ihtilâflar seviye kazanarak veya düşürerek, değişik şekil ve suretlere girerek bugün varlıklarını devam ettirdiklerine göre yapılacak en doğru hareket tarzı, çok yönlü olan bu konuyu bütün boyutlarıyle ortaya koymak ve gerçeğe en yakın şekilde meseleyi kavramaktır.Ancak bundan sonradır ki, gurup ve hiziplere rağmen İslâm cemiyetinin “birliğini”, “beraberliğini” ve “bütünlüğünü” koruması daha fazla imkân dahiline girer. Maksadımız ihtilâfları körüklemek ve çoğaltmak, büyükleri küçük düşürmek değil, ihtilâfın “tabii” ve “fıtrı” bir hakikat olduğunu, ihtilâfın bulunmadığı bir dönemin ve zamanın mevcut olmadığını göstermektir.

İhtilâfın tabii ve hatta zaruri olduğunu bilenler, İslâm cemiyetinin ihtilâfların tahribinden korunmasını, hatta bu nevi ihtilafların iyi yönlerinden istifade edilmesini mümkün kılarlar.
* *
Dini meselelerin bir, herkes tarafından bilinmesi gereken kısmı var; bir de belli kimselerin bilmeleri lüzumlu olan kısmı var. Sadece muayyen seviyedeki kimselerin bilmeleri icab eden dini konuları halk arasında yayanlar, müslümanlara iyilik yapmış olmazlar. Bazan önüne geçilmesi zor fitne ve fesadların zuhur etmesine, en azından bir takım teşevvüş ve tereddütlerin meydana gelmesine sebebiyet verirler. Bu noktaya eskiden beri dikkat çekilmiştir.


Bazı örnekleri şunlardır:
Cüneyd, tevhid ilminin gizliliklerini ve ince taraflarını, kapalı kapıların ardında belli kimselere telkin eder, söylediği sözlerin müritlerinin suçlamasına sebep olmasından endişe ederdi.

Ariflerden biri şöyle derdi: “Biz öyle bir zümreyiz ki, yolumuzda bulunmayanların eserlerimizi okumaları haramdır. Hiç bir kimsenin sözümüzü, o söze inanandan başkasına nakletmesi caiz olmaz. Bu söze inanmayan bir kimseye sözlerimizi nakleden de, kendisine söz nakledilen de inkar cehennemine girmiş olurlar “. Ehlüllah, “ sırrı ifşa eden katli hak eder”, demişlerdir.

Bir sözü, o sözü anlamayan veya yanlış anlayan kimseye nakleden, kafirlerin ülkesine Mushaf götüren kimse gibidir. Eğer bu Mushaf hafife alınır, hor ve hakir karşılanırsa, bunun vebali Mushafı oraya nakledene aittir. Şeriat bu yüzden küfür diyarına Mushafın götürülmesini yasaklamıştır.

Kuşeyri, “Sufiler, bilgilerini nâehil olanlardan gizlerler, onun için fikirlerini remz, mesel ve şifre şeklinde ifade ederler “ der. Güneş ışığı yarasa için zararlı ise de bir çok varlıklar için faydalı ve zaruridir. Dar düşünceli ve kısa görüşlü kimseler için zararlı olan fikirler başkaları için çok faydalı olabilir.

Gazali, felsefede doğru ve faydalı fikirlerin mevcut olduğunu, ancak bunlardan faydalanmak için doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayırdetme gücüne sahip olmak icab ettiğini, bu kudrete sahip olmayanların felsefe kitaplarını okumalarının caiz olmadığını anlattıktan sonra der ki: “ Kalpazanlarla alışveriş yapmaktan sadece cahiller zarar görür, sarraf zarar görmez. Usta yüzgeçler ve dalgıçlar değil, sadece yüzme bilmeyenler denize girmekten menolunurlar. Çocuklar yılana dokunmaktan menolunurlar ama, zehirli yılan ile zehirsiz yılanı bilen ve bunun zararlarından korunan kimseler menolunmazlar “.

İsmail Hakkı Bursevi, Edirne’de üstadı Osman Fazlı’ dan Fusulu’l hikem okurdu. Ancak bu esnada odanın kapısı kapanır ve yabancı bir kimsenin içeriye girmesine müsade edilmezdi. Zira o kitab yabancılar için “ öldürücü bir zehir gibidir “ ( sümm-i katil’dir. ) İlahi marifetten nasibi olmayanlara, o kitab içindeki sırları söylemek, “ Domuzların boyunlarına elmas gerdanlık takmak gibi olur “ ( Ta’likul- cevahir ala a’nakim-hanazir ) .

Hafız Şirazi diyor ki:
Kıymet-i dürr-i giranmaye ci daned avam
Hafıza, gevher-i yekdane medih cüz be-havas!
( Değeri yüksek olan incinin kıymetini halk nereden bilsin ? Ey Hafız, kıymetini ağır ve yüksek olan cevherleri aydınlardan başkasına anlatma).
Çiçekle ot arasındaki farkı hayvanlar bilmezler.

Tarih boyunca siyasi alanda olduğu gibi fikir meydanında da savaşanlar yapılmış ve icab-ı hâle göre hareket edilmiştir. Sahâbe arasında Cemel ve Sıffın savaşları vukua gelmiştir.

Bu savaşların sebeplerini, oluş şeklini ve doğurdukları neticeleri incelemek tarihçiler ve din hizmetlileri için faydalı ve zaruridir.Zira zaman zaman aktüel hâle gelen Sünni- Şii ihtilafların kökü oraya dayanır. Fakat bu savaşların müslüman halk ve avam tarafından bilinmesinde ekseriye fayda değil, mahzur vardır. Onun için öteden beri halk bu konulardan menedilmişlerdir. Bu fikir savaşlarındaki durum da aynıdır. Bunların bilinmesi ve tetkik ettirilmesi mahzurdan hali değildir.

Fikir ve inanç hareketleri sahasında dün ne oldu?

Bunu bilmeyenler, bugün de oluyor, yarın da olabilir? konusunu hiç bilemezler. Geniş ve zengin bir tarih tecrübesinden istifade etmeyi lüzumsuz sayacak kadar saf olmak, sadece mahzur doğurur.

İbn Haldun’un da işaret ettiği gibi mâzi hâlin, hal de mâzinin şahidi ve delilidir. Şahidlerin ifadelerine ve delillere göre hüküm vermekten daha tabii ve daha faydalı bir şey olamaz. İşte bu esirin gayesi de budur: Hâli anlamak için tarihteki delil ve şahidleri konuşturmak.

Son olarak şunu da ilâve edelim. Bizzat Resulüllah Sahib-i sırr-ı Nebi Hz.Huzeyfe’ye ( Bk. Buhari, Fezailu’s – sahabe, B.20; Müslim, Fiten, 6 ), Hz. Enes’e ( Bk. Buhari, İstizan, 46; Müslim, Fazailu’s- sahabe, 32 ), Hz.Ebu Hureyre’ye (Bk. Buhari, İlim, 6; Müslim, İman, 10) ve Hz. Abdullah b.Cabir’e ( Bk. Buhari, Fazailu’s-sahâbe, 11) özel mahiyette bâzı sırlar tevdi etmiş, bu bilgiler ve sırları herkese söylememiştir. Halka, akıllarının anlayacağı ölçüde konuşmak gerekmektedir...

Doğruya ulaştıran yalnız Allah Taala ’dır.

Prof.Dr. Süleyman Uludağ
İslâm Düşüncesinin Yapısı
Selef/Kelâm/ Tasavvuf/ Felsefe
Sayfa : 5-20
DERGAH YAYINLARI

"
İslâm hakkındaki yayınlarından dolayı
Prof.Dr.Süleyman Uludağ hocamıza
çok teşekkürler

Derleyen, Ayhan Görür