24 Aralık 2006

Hakikatlim...Ayhan Görür

* * *
***
Seni
hiçbir zaman
ümitsiz ve çaresiz
olmadığın için
seviyorum
seni
her şeyin
ümidi
çaresi
sevgisi
hakikati
sen olduğun
ve
sevgini
karşılıksız
koşulsuz
sınırsız
herkese sunduğun için
seviyorum
seni
hiçbir zaman
kaderim olarak düşünmediğim için
ve
olaylar ne kadar sevimsiz olursa olsun
hiçbir olayın
sana olan sevgimi
yok edemeyeceğini bildiğim için
hakikatlim‘ olduğun için
seviyorum

_/ ' zamanın sevgisi ' sorgulanabilir
amaHAKİKİ sevgi‘ sorgulanamaz
_/

Ayhan Görür

23 Aralık 2006

Bir BUDA












Sonya


BİR BUDA

Tokyo'do Meiji döneminde ad yapmış, özellikleri karşıt iki öğretmen varmış. Unsho adlısı Shingon öğretir, Buda'nın buyruklarını titizlikle uygularmış. İçki içmez, sabah on birden sonra yemek bile yemezmiş.
Öbürü, Tanzan, İmparatorluk Üniversitesinde felsefe profesörüymüş; buyruk dinlemezmiş. İstediği zaman yermiş, gündüz uyku bastırınca yatar uyurmuş.


Birgün Tanzan oturmuş şarap içerken Unsho çıkagelir. Şarabın damlasını bile ağızlarına bile koymamaları gerekir Budacıların, ama, Tanzan "Buyur arkadaş, otur sen de iç biraz." der.

Unsho kaşlarını çatarak, " İçtiğim görülmüş müdür benim? " diye homurdanır.
Tanzan, "İçmeyen kişiye insan demem ben." diye karşılık verir.

Unsho öfkelenir: "Demek ki ben bu zıkkımın tutsağı değilim diye insan sayılmıyorum, öyle mi? İnsan değilsem ya neyim? "
"Bir Buda'sın" der Tanzan.

ZEN ETİ - ZEN KEMİĞİ
Derleyen: PAUL REPS
Çeviri: Nevzat Erkmen,s.34,Yol Yayınları
Bu kitap
Can Dostlarımdan Ali Göreç
tarafından 1995 tarihinde hediye edilmiştir...

Sunan: Ayhan Görür

20 Aralık 2006

Gerçek Dostlar...Sokrates

* * *
Sokrates ne demiş?

Sokrates bir ev yaptırmış her nasılsa;
Eş dost başlamış kusur bulmaya;
Kimi içini beğenmemiş;
Kızmayın ama demiş;
Şanınıza lâyık değil odaları.
Kimi cephesine çatmış;

Karşıdan görünüş berbatmış.

Hepsine göre de çok darmış bu ev.
Ah, demiş koca filozof;
Keşke bu evi dolduracak kadar
Gerçek dostum olsa!

Sokrates'in sözü yerinde:
Bir ev dolusu gerçek dost nerde?
Sözde herkes dost, ama gel de buna inan.
Dosttan bol şey yok dünyada,
Dosttan bulunmaz şey de.


La Fontaine

Bütün Masallar
Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu
Cem Yayınevi


Derleyen:Ayhan Görür

19 Aralık 2006

Ol...Mevlâna Celâleddin Rumî



* * *





















* * *



Cömertlik ve yardım etmede
akarsu gibi ol,
Şefkât ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.




Mevlâna Celâleddin Rumî


Derleyen: Ayhan Görür

14 Aralık 2006

Çamlıca'daki Eniştemiz...Abdülhak Şinasî Hisar

* * *
***
Tribal Mask
Smith - Haynes Afrikan

ÇAMLICA'DAKİ ENİŞTEMİZ
I
KADRİNİ BİLMEDİĞİMİZ DELİLER

Uzun boyu, zayıf vücudu, siyah cin gibi gözleri, kumral ve seyrekçe sakalı, yeşil kaplı kürkü ve kah başına geçirdiği, kah başından çıkardığı sivri gecelik takkesiyle Asuri bir müneccimi hatırlatan bir adam, terlikleri yerde, kendisi köşedeki kerevet üstünde bağdaş kurmuş, gazetesini okuyordu. Birdenbire, gördüğü bir haberle canı yanmışçasına, oturduğu şiltenin üstünde ayağa kalkıyor; alevi artan bakışlarla kendinden geçmiş, bir elini dizine vurarak ve kelimenin sonunu uzutarak; Gittii, uçtuuu!diye haykırıyordu. Hatta, helecanından, uçtu kelimesini uçtu diye telaffuz ettiği duyuluyordu.
Ben, büyüklerin kendisini saymadıklarını gören çocuk, bu giden ve uçan şeyleri bana söylemiyeceklerini bilerek, nâfile yere sormazdım. Fakat bu seste ve edadaki teessürü duydukça millet ve devlet bakımından birtakım fırsatların kaçırılmış, birtakım menfaatlerimizin bozulmuş olduğunu sanki anlamıyor muydum ?
Böyle haykıran adam, içini çeker, yine bağdaş kurarak köşesine oturur, bana, âdeti olduğu üzere, şefkâtli gözlerle bakarak ve beni başımdan büyük dertlere karıştırmak istemezmiş gibi bir şey söylemiyerek, hüzünlü bir halde gazetesinin başka sütunlarına geçer, bir fincan kahve daha içer, bir tutam enfiye daha çekerdi.

Bu, ailemiz içinde hemen herkesin kendisini deli diye andığı Çamlıca’daki eniştemizdi. Bilirsiniz ki bizde deli tâbiri sadece, tıbbî delâletleriyle, aklın muvazenesi bozulmuş mânâsına gelmez. Böyle saydıklarımızın hepsi de mutlaka çıldırmış demek değildir. Hele o geçmiş zaman, delileri gönlünden büsbütün silip atmış değildi. Mecnun ve meczup bulduklarının birçoklarını tasvip ederdi. Eniştemiz bazan Hacı Vamık Beyefendi diye yadedilirdi. Akrabalarımız yahut tanıdıklarımız onun hakkında her zaman: Divanenin biri dedikleri gibi, biz çocuklar bile aramızda ona bazan Çamlıca’daki eniştemiz, bazan da, Deli eniştemizderdik.Zira onun deli sayılmasının sebeplerini gizlice biz de sezerdik. Büyüklerimizin kendi tasvip ettikleri fikirler ve hislere bile bezgin bir gönülle iştirak ederek ağırbaşlılıklarını muhafaza ederlerken bunların muvazenesiz eniştemizde eriştiği mübalağaları görerek gülümserlerdi. Biz çocuklar da, zavallı eniştemiz bunu anlayarak müteessir olmasın diye ona açıkca taraftarlık ederdik. Fakat ona takılan bu lakap kendisini ihmal etmek için bir sebep sayılmaz ve akrabalarımızın kendisiyle görüşmelerimize mâni olmazdı. Nasıl ki bu şöhreti, hükümetin onu evvela defterdar; sonra yine defterdar, sonra mutasarrıf; sonra yine mutasarrıf ve nihâyet bir kere de vali tâyin etmesine engel olmamıştı. Onu ikide bir gönderdiği memuriyetlerden azleden Babıâli ikide birde yine böyle bir memuriyetle başka bir yere göndermekte mahzur görmüyordu. Bizde, bu hususta hükümetle mutabık olarak, adına ilâve ettiğimiz bu sıfatı muhabbetimize mani saymıyorduk. Hatta, bu mâruf deliliğinden dolayı onun nice huysuzluklarını mazur görebiliyorduk. Zira o bizi, hemen dâima, Çamlıca’nın latif, hafif, bahar havasına benziyen bir latife, çocukluk ve gülme havasına sürüklüyordu.

Zaten, biraz dikkat etsek, görürüz ki, insanların çoğu yarı deli, yarı iradelidirler. Ve kâh iradeleriyle, kâh delilikleriyle hareket ederler. Onları olduklarından daha az deli ve daha çok iradeli zannetmek hatalıdır. Eğer her yaptıklarını mantıki bir zihnin hesaplarıyle izah etmeğe kalkışırsanız, kendilerine çok kere hatırlarına gelmemiş olan maksatlar isnat etmiş olursunuz. Hayatı ilmî denecek bir görüşle kavrarsanız, çok kere, insanların yaptıklarında böyle makûl sebepler ve söylediklerinde mantıkî mânâlar bulunmadığını anlarsınız. Kendi hareketlerimizin garabetinden gaflet ederek başkalarının yaptıklarında daima mantık aramak âdetinden korunmalı ve kurtulmalıyız. Bütün hayatlar o kadar delişmenliklerle doludur ki, eğer hepsi anlatılsa bir kısmına inanılamaz ve her harekete makûl bir sebep aransa daima bulunamaz.Her geçirdiğimiz zaman, biraz sonra, kendimize delilik zamanları diye görünmeğe mahkûmdur. Zira delişmenliğinden haberi olan bizler, bir türlü tatmin edilemiyen mantığımızla, âdeta rahatsız, hasta olan insanlarız.

Ötekilerse bundan haberleri olmayan ve rahat kalanlardır. Çünkü kendini bilmeyen bir hafif delişmenlik bir nevi kurtuluştur. Hayal içinde yüzen insanlar belki etrafındakileri üzerler, fakat gördüğümüz hakikat değil, inandıkları hülya içinde kalarak kendilerini bu imanla kurtarırlar!

Böyle, delişmenlerle görüşmenin büyük bir faidesi vardır: Onlar, insanlar hakkında daha doğru bir fikir edinmemize yararlar ve cemiyet içinde emeklerimizi senelerle boş yere kemirecek ve yolumuzu nafile yere senelerle uzatacak yanlışlardan sakınmamıza hizmet ederler. Filhakika insanlar yalnız akıllariyle yaşamadıkları gibi, aklı selim denilen şey de umumi değil gayet nisbidir. Fakat bütün bu hakikatlerden gaflet ederek zavallı insanların birbirlerini, herkesin herkesi ve cemiyeti olduğundan fazla makûl ve mantıkî bulmağa insiyakî bir meyli ve tehlikeli bir alışkanlığı vardır.Böylece, bize kalsa, yanlış olarak, kendimizin büsbütün makûl bir âlemde yaşadığımızı sanırız. Halbuki deliler bizi bu gafletimizinden kurtararak hakikati bize olduğu gibi gösterirler. İnsan bir deli ile konuşurken, daha bir çeyrek saat geçmeden, gözleri açılır ve aklı başına gelir; belki uzun zamanlarda öğrenemiyeceği şeylere akıl erdirir. Başkalarının müfekkirlerine tesir etmek için samimiyetin kâfi gelmediğini, herkesin kendi mantığımızla düşünmediğini, insanların bir kısmının bizim ruhumuzla hiçbir alakaları olmadığını ve birçok şeylerin bu bakımdan ne güç olduğunu anlarız. Deliler, insanın hususiliğini, muhakemesizliğini ve her fikrin nisbiliğini, ayrılığını gözle görülür ve elle tutulur şekilde temsil etmekle bize büyük bir kolaylık ve istifade temin etmiş olurlar. Onların görünüşte artık mücerret olarak insanların aklına, mantığına, muhakemesine itimat etmek gibi hiç câiz olmayan hafifmeşrepliklerden kurtuluruz. Artık insanların talihlerini kendilerinin yaptıkları hakkındaki kanaatimiz kuvvetlenir. Sağırların yanında her zaman yanında söylemeği âdet edindiğimiz sözlerin lüzûmsuzluğunu duyduğumuz ve söylemeğe değer sözlerin azlığını idrak ettiğimiz gibi, delilerin yanında da nice muhakemelerden vazgeçmek ve kabul edilmesi başka bir şuura ihtiyaç gösterecek şeyleri söylememek lüzumunu anlar ve uslanırız.

Zira biz de, mahkemeler gibi, insanları çok kere adam yerine koyarız. Sanırız ki, düşünürsek düşüncemizi takdir edecekler; söylersek, sözümüzü anlayacaklar; bilirsek ilmimize inanacaklar; doğru hareket edersek, lehimize şahadet edeceklerdir. Aldanırız! Hemen daima bunun aksi sabit olur.

Hayatımızın her ânında yapyalnız kalırız. Çağırırız, kimse imdadımıza gelmez. Muhitimiz bize karşı her an kör, sağır ve şuursuzdur. Yabancı gözler, sandığımız gibi, görmek için değildir; kördür, görmez. Yabancı kulaklar, umduğumuz gibi duymak için değildir; sağırdır, işitmez. Hayatımızın şahitleri de, beklediğimiz gibi, bizi duyan en yakın akrabalarımız değil, bizi duymayan en uzak yabancılardır. Düşündüğümüze kanmazlar; söylediğimizi anlamazlar; bildiğimize inanmazlar, hareketlerimizi kavramazlar ve kendi doğru sandıklarını söyleseler bile, bizim hakikatlerimizi değil, kendi yalanlarını söylerler. Zira herhangi bir samimiyet bile mutlaka hakikat demek değildir. Bunlar çok kere de, kahraman edaları takınarak ve kahramanlık gösterdiklerine inanarak, isnat, tahkir, tezyif ve iftira ederler! O zaman gönlümüz kırılır, Ya? Onun da içyüzü bu muydu? Ben de onu adam sanmıştım! deriz. Düşünmeyiz ki işte asıl hatamız buradadır.

Hatırlayınız ! Hiç şaşmayan bir intizam ile işlediğini gördüğümüz beşeri bir kanun vardır: Nerede zekâ umarsak orada ahmaklıkla karşılaşırız. Nerede sadakat beklersek orada ihanete uğrarız. Nerede kibarlık ararsak orada bayalığa rastlarız. Kime dostluk gösterirsek ondan sadakatsizlik görürüz. Gençliğimizin saffetli zamanlarında menfaatine yardım etmiş olduklarımıza, senelerden sonra, rast gelince geçmiş zamanların olgunlaştırdığı bir eski muhabbetle karşılaşacağımızı sanırız. Ve yıllanmış bir kinle karşılaşırız. İnce birtakım vefakârlıklar uğruna çürüttüğümüzü gördüğümüz bir ömrün akşamında başkaları gizlendikleri bataklıklar içinde yılan başlarını kaldırarak bize ıslık çalarlar. Düşünmeyiz ki, çektiğimiz onlara itimat etmiş saffetimizin cezası ve muhabbet göstermiş za’fımızın belâsıdır.

İşte, hiç şaşmayan bir intizam ile işleyen bu beşerî kanun karşısında, bizim her zaman umduğumuz gibi bulduğumuz, denilebilir ki, ancak delilerdir. Onların tabiatı daha sağlamdır. Asıl olduklarına daha çok benzerler. Kendilerinden delilik bekleriz ve filhakika bulduğumuz da budur. Delinin huyu, taşıdığı ismi gibi malûmdur. Ondan artık insaf, iz’an, ahlâk, mantık, şefkat, muhabbet, sadakat gibi diğerlerinde nâfile arayıp da bulamadığımız faziletleri zaten beklemeyiz Onlar kendi haklarında önceden edindiğimiz fikirlere sonradan da uygun çıkarlar. Haklarında çok şaşırmış olmayız. Seneler geçer ve onların aynı deliliklere devam ettiklerini görürüz. Bu bakımdan da onlarla tanışmak daha pratiktir.

Gerçi çoğumuzun delilikten çekinmesine zaten şunun için pek de lüzum yoktur. Bir insanın aklını bozabilmesi için evvelce bu aklın mevcut olması lâzım gelir. Deli eniştemizin bazan söz arasında: Aklımı oynatırım! yahut, Hay şimdi aklımı kaçıracağım! gibi bir şey söylediği olurdu. Onu hiç beğenmeyen annem ya bu yahut bunun başkaları tarafından kendisine naklolunduğunu duyar, ve o zaman: Nafile! Hiç merak etmesin! Aklı yok ki kaçırsın! derdi. Çoğumuza böyle bir muafiyet nasip olduğunu kabul edebiliriz. Fakat insanların çoğu bu akılsızlıklarını göreneğin verdiği bir maske ile örterler. Delilerse böyle bir peçe altında gizlenerek bizi aldatamazlar. Denilebilir ki onların hep meydanda olan ve bazan beterleşen bir tek yüzleri vardır. Kendilerinden sakınmak için lazım olan ihtiyat tedbirlerini almanın bize düştüğünü görür ve bunda kusur etmeyiz. Diğer insanlarsa bizi gâfil avlarlar. Zira onlar bir değil, hatta iki değil, üç yüzlüdürler: Bir (1) gizlediklerini bildikleri; bir(2) gösterdikleri yüzleri vardır. Fakat(3) asıl karası ve şeytanîsi bir üçüncüsüdür ki ne gizledikleri, (fakat bizim teşhis edebildiğimiz), ne gösterdikleri (fakat bizi aldatmayan) yüzlerine benzemez. En karanlık zamanlardan miras olan bu üçüncü yüzleri, ki ihtimal(3) asıl iç yüzleridir, onları çok kere kendi menfaatleri aleyhine bile körü körüne ve hesapsızcasına harekete getirir. Eniştemizin çok kullandığı bir tâbirle onlara, fisebilillah fenalık ve hayvanlık ettirir. Biz artık bu kadarına ihtimal vermeyiz. Onlar böylece huylarını ya bilmez, ya açağa vurmaz, ya ustalıkla gizler, ya sarahatle duyurmaz ve bizi aldatabilirlerken, kendilerinin bile belli etmemeğe çalıştıkları ve sakladıkları bu huylar delilerde meydanda ve boy atmış bir haldedir ve gözlerimize çarpar. Şimdi anlıyorum ki deli eniştemizin karşısında insanın aldanmasına imkan bırakmıyan ve adeta hoşuna giden bir emniyet hissi duyulurdu .Zira bütün bu gizlenen insan huyları onda, saklanmaz boyutlara yükselir, gözlere batan çaplara erişirdi. Böylece siz onları sarahatle görebilir ve şerlerinden korunabilirdiniz. Deli eniştemiz zehriyle birlikte panzehirini de sunuyor, öyle ki tehlikesiz kalıyor, hatta belki de, sadece insan tabiatını meydan çıkararak faydalı bir adam rolü oynamış oluyordu.

Fakat ben, çocukluk zamanlarımda, tabiatının sonradan gördüğüm bu faydalı taraflarını daha kavrayamıyarak, onun delişmen huylarını belki sadece gülünç bulduğum için seviyordum.


ABDÜLHAK ŞİNÂSÎ HİSAR
ÇAMLICA'DAKİ ENİŞTEMİZ

Sayfa 5-10
Varlık Yayınları

KUR’AN-I KERİM ve AÇIKLAMALI MEALİ
İSRA SURESİ

84. De ki : Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş
yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu
Rabbimiz en iyi bilendir. Size ancak az bir bilgi
verilmiştir
.

( Bu ayet, insan için ruhun mahiyetini kavramanın imkansız olduğunu
ifade etmektedir. Nitekim “Ruh’un mahiyeti” problemi, asırlardır
insanlığı en çok düşündüren konulardan bir olmakla beraber, halen
mes’eleye nihai bir çözüm getirilemiştir ve öyle görülüyor ki, bundan sonra da
getirilemecektir. )
Hazırlayanlar: Prof.Dr.Ali Özek, Prof.Dr.Hayrettin Karaman, Doç.Dr.Ali Turgut
Doç.Dr.Mustafa Çağrıcı, Prof.Dr.İbrahim Kafi Dönmez, Doç.Dr.Sadrettin Gümüş

Sunan : Ayhan Görür

Özgürlük...Jiddu Krishnamurti


" Perhaps you may come upon that mystery which
nobody can reveal to you and nothing can destroy. "
Jiddu Krishnamurti

Jiddu Krishnamurti

Krishnamurti 1929 yılında 34 yaşında kendisine yüklenen kurtarıcı imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıyarak Doğu Yıldızı Örgütü’nü dağıttığını açıkladı. Ommen’de 3000 örgüt üyesinin önünde yaptığı konuşma radyodan da binlerce kişi tarafından dinleniyordu. Krishnamurti sayıları o tarihte 6.000’e varan üyeye şöyle sesleniyordu :

"


Bu sabah Doğu Yıldızı Örgütü’nü dağıtma kararını tartışacağız. Pek çoğunuz sevinecek, diğerleri de oldukça üzülecek. Bu sevinilecek ya da üzülünecek bir durum değil, çünkü açıklayacağım gibi kaçınılmaz bir durum...

Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız. Benim görüşüm bu ve bunda kesinlikle, koşulsuz olarak ısrarlıyım. Hakikat sınırsız, koşulsuz ve herhangi bir yolla ulaşılamaz olduğu için örgütlenemez de; insanları belirli bir yolla yürümeye yönlendirecek ya da zorlayacak bir örgüt de kurulmamalıdır. Önce bunu anlarsanız, bir inancı örgütlemenin ne kadar olanaksız olduğunu görürsünuz. İnanç kuşkusuz bireyseldir ve onu örgütleyemezsiniz, örgütlememelisiniz. Örgütlediğiniz anda ölür, durağanlaşır; başkalarına dayatılacak bir mezhebe, bir dine dönüşür.

Bütün dünyada insanların yapmaya çalıştıkları bu
. Hakikatin alanı daraltılıyor ve güçsüzlerin, yalnızca o an için hoşnutsuz olanların bir oyuncağı durumuna sokuluyor. Hakikat indirilemez, bireyin ona yükselmek için çaba göstermesi gerekir. Dağın tepesini vadiye indiremezsiniz... İşte benim görüşüme göre, Yıldız Örgütünün dağıtılmasını gerektiren nedenlerden ilki bu. Buna karşın, büyük olasılıkla başka örgütler kuracaksınız, hakikati arayan başka örgütlere üye olacaksınız. Ben istemiyorum; lütfen bunu hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak anlayın.

Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir. Örgütün başkanı olarak dağıtma kararı almamın başka bir nedeni de bu.

Bu olağanüstü bir iş değil, çünkü kimsenin beni izlemesini istemiyorum ve bunda ciddiyim. Birini izlenseniz onda Hakikati izlemiyorsunuz demektir. Söylediğime dikkat edip etmediğinizle ilgilenmiyorum. Bu dünyada yapmak istediğim belli bir şey var ve bunu gerçekleştirmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim.




Yalnızca bir tek temel şeyle ilgileniyorum,
o da
insanı özgürleştirmek.


Onu bütün kafeslerden, bütün korkulardan özgürleştirmeyi ve yeni dinler, yeni mezhepler, yeni kurumlar ve felsefeler oluşturmamayı arzuluyorum. Neden sürekli dünyanın dört bir yanını gezip konuşmalar yaptığımı soracaksınız doğal olarak. Size bunu ne için yaptığımı açıklayayım; beni izleyen özel bir grup istediğim için değil. Ne bu dünyada ne de tinsel dünyada hiçbir havarim, öğrencim yok.

Beni çeken para ya da rahat bir yaşam sürme arzusu da değil. Rahat yaşamak isteseydim bir kampa gelmez ya da nemli bir ülkede yaşamazdım. Açıkca konuşuyorum, çünkü bunun bir kerede ve sonsuza dek anlaşılmasını istiyorum. Bu çok çocukça tartışmaların her yıl yinelenmesini istemiyorum.

Benimle söyleşi yapan bir gazeteci binlerce üyesi bulunan bir örgütü dağıtmanın olağanüstü bir iş olduğunu söyledi. Ona göre bu çok büyük bir işti, çünkü şöyle diyordu: “Peki daha sonra ne yapacaksınız, nasıl yaşayacaksınız? Sizi izleyen biri olmayacak, insanlar artık sizi dinlemeyecek.” Dinleyecek, yaşayacak, yüzünü sonsuzluğa çevirecek beş kişi olsa, o da yeter, yeniyi istemem. Anlamayan, bütünüyle önyargılara batmış, yeniyi istemeyen, ama yeniyi kendi kısır, durağan benliklerine dönüştürmeyi yeğleyen binlerce insanın olmasının ne yararı var?..

Özgür, koşulsuz, eksik ve göreli değil ama bütün, sonsuz bütünsel Hakikat olduğum için, beni anlamak, özgür olmak isteyen, beni izlemeyen ve beni kendilerine sonunda bir dine, bir mezhebe dönüştürecek bir kafes yapmayan insanlar istiyorum. Bütün korkulardan özgür olsunlar yeter - din korkusundan, kurtuluş korkusundan, tin korkusundan, aşk korkusundan, ölüm korkusundan, yaşamak korkusundan. Bir ressam nasıl resim yapmaktan zevk alıyorsa, resim yapmak onun kendini dışavurma biçimiyse, sevinç kaynağıysa, iyi olmasını sağlıyorsa, bu da benim için aynı; yoksa hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Siz yetkeye alışıksınız, ya da sizi tinselliğe götürecek bir yetkenin ortamına alışıksınız. Bir başkasını sizi olağanüstü güçleriyle- mucizeyle - Mutluluk denen o sonsuz özgürlük diyarına götüreceğini sanıyor ve umuyorsunuz. Bütün yaşam görüşünüz bu yetkeye bağlı.

Beni üç yıldır dinliyorsunuz, birkaç kişi dışında kimsede bir değişim olmadı. Şimdi söylediğimi çözümleyin, eleştirin, öyle bir bütünüyle, kökten anlayın...

On sekiz yıldır bu olay için, Dünya Öğretmeninin gelişi için hazırlanıyordunuz. On sekiz yıl kalbinize ve zihninize yeni bir tat verecek, bütün yaşamınızı dönüştürecek, size yeni bir anlayış getirerek, sizi yeni bir yaşam düzeyine taşıyacak, yüreklendirecek, özgürleştirecek birini aradınız, bunun için örgütlendiniz – şimdi bakın ne oldu! Düşünün, uslamlayın ve bu inancın sizi nasıl farklı biri yaptığını bulun – rozet takmanız gibi yüzeysel bir farklılıktan söz etmiyorum, bu çok boş, çok saçma. Böyle bir inanç hangi açıdan yaşamda özsel olmayan şeyleri silip götürdü? Değerlendirmenin tek yolu bu: Yanlış ve özsel olmayan şeylere dayalı öteki topluluklardan hangi açıdan daha özgür, daha büyük, daha tehlikelisiniz. Bu örgütün üyeleri hangi açıdan farklı üyeler oldular?..

Hepiniz tinsellik için, aydınlanmak için bir başkasına sırtınızı yaslıyorsunuz... Aydınlanmak için, mutluluk için kendi içinize bakın dediğimde, hiçbiriniz buna istekli değilsiniz. Az sayıda kişi olabilir, ama çok, çok az. Öyleyse örgüte ne gerek var?

Dışarıda hiç kimse sizi özgürleştiremez; örgütlenerek tapınmak kendinizi bir davaya adamak da özgürleştiremez; kendinizi bir örgüte göre biçimlendirmek işe vermek de özgürleştiremez. Mektup yazmak için daktilo kullanırsınız, ama bir sunağın üstüne koyup ona tapmazsınız. Ama örgütler sizin için başlıca ilgi alanı durumuna geldiğinde yaptığınız bu. “Kaç üyeniz var?” Bütün gazetecilerin bana ilk sordukları soru bu. “ “Sizi izleyen kaç kişi var” Sayılarına göre sizin söylediklerinizin doğru olup olmadığına karar vereceğiz.” Kaç kişi olduğunu bilmiyorum. Bununla ilgilenmiyorum.

Özgürleşmiş bir tek insan bile olsa,
bu yeterli olurdu
.

Bundan başka, Mutluluk Krallığın anahtarlarının yalnızca belli kişilerin elinde olduğunu düşünüyorsunuz. Kimsenin elinde değil. O anahtarı elinde tutmaya kimse yetkili değil. O anahtar siz kendinizsiniz ve Sonsuzluk Krallığı ancak sizin gelişiminize, arınmanıza ve yozlaşmamanıza bağlı...

Ne kadar ilerlediğinizin
, tinsel düzeyinizin ne olduğunun söylenmesine alıştınız bugüne kadar. Ne kadar çocukça! Dürüst olup olmadığınızı size sizden başka kim söyleyebilir?... Ama gerçekten anlamayı isteyenler, başı sonu olmayanı arayanlar hep birlikte yürüyecekler; özsel ve gerçek olmayan her şeye, gölgelere karşı birer tehlike oluşturacaklar. Ve toplanacaklar, ateş olacaklar, çünkü anlayacaklar. Böyle bir birlik oluşturmalıyız ve benim amacım bu. Gerçek dostluk sayesinde – bunu siz pek bilmiyor görünmüyorsunuz – hepsinin arasında gerçek bir işbirliği oluşacak. Bunun nedeni yetke. Bunun nedeni kurtuluş olmayacak, çünkü anlayacak ve böylece sonsuzda yaşayabileceklerdir. Bu bütün hazlardan, bütün kendini adayışlardan daha büyük bir şeydir.

İşte iki yıl enine boyuna düşündükten sonra, bu nedenlerden dolayı dağıtma kararı aldım. Anlık bir tepki değildi. Kimse beni buna inandırmadı- böyle konularda kimse beni inandıramaz. İki yıl boyunca bu konuyu yavaş yavaş, dikkatle, sabırla düşündüm ve artık Başkanı olarak Örgütü dağıtmaya karar verdim. İmdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum.

Benim tek ilgilendiğim
insanın,
kesin olarak,
koşulsuz olarak
özgürleşmesi.


Jiddu Krishnamurti
Yaşam Öyküsü

Deniz Demirdöven
Nurgül Demirdöven
Sayfa: 20-30

Ayna Yayınları
Sunan: Ayhan Görür

Kusurumuz ve ikilik üzerine ...Mevlâna

* * *
* * *
( Biri ) dedi ki: Kusurumuz var. ( Mevlâna ) buyurdu ki:

Kim bu düşünceye düşer, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma uğrayış delilidir. “ Azarlayış kaldıkça sevgi de vardır ” derler. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar azarlanmaz. Amma azarlayışta da fark var. İnsanı dertlendiren, müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye, yardıma delildir. İnsana dert vermiyen, geçip giden azar, sevgiye delil olmaz. Hani tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba, çocuğunu, adam sevdiğini döverse buna azar derler; sevgi delili, böyle bir vakitte meydana çıkar. Şu halde mademki kendinde bir dert, bir pişmanlık görüyorsun; bil ki bu, Tanrının yardımına, sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp görüyorsan o ayıb, sendedir de onda görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü “İnanan, inananın aynasıdır.“ O aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan inciniyorsun demektir.

Dedi ki : Bir fili, su içsin diye bir su kaynağına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor, başka bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmektedir. zulüm ediş, kin güdüş, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. İnsan, kendi kelliğinden, kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de bir tiksinti gelmez. Fakat bir başkasında küçücük bir çıban yahut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez; fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mazur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. “ İnanan, inananın aynasıdır “ dedi, “ kafir, kafirin aynasıdır “ demedi. Amma bu, kafirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır amma aynasından haberi yoktur.

Bir padişahın gönlü daralmıştı, bir ırmak kıyısına oturmuştu. Beyler, ondan ürküyorlar, korkuyorlardı. Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona . Beyler onu çağırdılar: Eğer dediler, padişahı güldürebilirsen sana şu kadar dünyalık veririz. Maskara, padişahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıştı-çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padişah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu güldürsün; boyuna suya bakıyor, başını kaldırmıyordu bile. Maskara, padişaha, suda ne görüyorsun dedi. Padişah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a alemin padişahı dedi, bu kul da kör değil ya.


İşte buna benzer hani; sen onda bir şey görüyor da inciniyorsan o da kör değil ya, senin gördüğünü o da sende görür.

Ona karşı iki “ben” olamaz; oraya iki “ben” sığamaz. Sen de “ben” diyorsun, o da “ben” diyor.
Ya sen onun önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın.
Fakat o ölmez, buna imkan yok. Ne dış alemde ölür o, ne zihinde; çünkü “O, bir diridir ki ölmez.” Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfu vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkan yok, sen öl de o sana tecelli etsin,
ikilik kalksın-gitsin.
İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat olmuştur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasan diri kuş uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.

Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya karşı ölür; amma buna imkan yoktur da a yarasa der, lütfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ışığımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı’nın Zümrüdüanka’sı ol.

Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul, Tanrıdan dostunun sağlığını istemedeydi. Tanrı kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Tanrım diyordu, onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren sensin; bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dileğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen yok ol, kalma, geç-git şu dünyadan. O kul, Yarabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için başıyla oynadı da işi oldu. Bir kulda bu lütuf olur, bir gün bile, önü-sonu, bütün dünya ömrüne değen ömrünü feda ederse o lütfu yaratanda böyle bir lütuf olmaz mı? İmkan mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün değil, bari sen yok ol-gitsin.

Ağır canlı biri geldi de büyük bir kişinin üst tarafına geçti-kuruldu. ( Mevlâna ) buyurdu ki:
Işığın üst yanında olmuşlar yahut alt yanında olmuşlar, ne fark onlarca? Işık yücelik dilerse kendisi için dilemez; maksadı, başkalarına fayda vermektir; başkalarının da ışığından faydalanmasını ister. Yoksa mum nerde olursa olsun, ister aşada bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi ? Onlar ölümsüz güneştir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları şudur: Halkta onların yüceliğini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzağıyle dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür yüceliğe yol bulsun, ahiret tuzağına düşsün. Hani Mustafa da Mekke’yi, başka şehirleri, onlara muhtaç olduğundan zaptetmiyordu; herkese yaşayış bağışlamak, aydınlık vermek, görüş lütfetmek için zaptediyordu. “ Bir avuçtur bu avuç ki vermiye alışmıştır; almıya alışık değildir.”

Onlar halkı aldatırlar amma bağışta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan bir şey almak için değil. Bir adam, hileyle kuşcağızları tuzağa düşürmek, onları yemek, satmak için tuzak kurar; buna düzen derler. Fakat bir padişah, kendindeki hünerden haberi bile olmıyan değersiz, acemi doğanı tutup elinde-bileğinde besleyip terbiye etmek, yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen demezler. Görünüşte düzendir amma doğruluğun, verginin, bağışın, ölüyü diriltmenin, taşı la’l haline getirmenin, ölü erliksuyunu insan şekline sokmanın ta kendisidir; hatta bunlardan da üstün birşeydir bu. Doğan, kendisini niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzağı arardı; padişahın eline kendiliğinden uçar, konardı.

Halk, onların sözlerinin dış yüzüne bakar da der ki: Biz, sözleri çok işittik. İçimiz, kat-kat dolu bu sözlerle. “Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lanet etmiştir onlara “. Kafirler, gönüllerimiz bu çeşit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz biz derler de Tanrı, onlara cevap vererek buyurur ki: Haşa, gönülleriniz bu sözlerle değil, vesveselerle, hayallerle, ikilikle, hatta lanetle doludur. Çünkü “küfürleri yüzünden Allah lanet etmiştir onlara.” Keşke o hezeyanlardan boş olsaydı da bu sözlerin bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda. Gözleri, bir başka renk görsün, Yusuf’u kurt görsün; kulakları bir başka türlü ses duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir başka renge boyansın, vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Tanrı, onların kulaklarını, gözlerini, gönüllerini mühürlemiştir.Gönülleri kışa dönmüştür; çeşitli şekiller, çeşitli hayaller, kat-kat yığılmıştır gönüllerine; buzdan, soğuktan ne varsa derilmiş, toplanmıştır gönüllerinde. “Allah, gönüllerine ve kulaklarına mühür vurmuştur ve gözlerinde de örtü var onların.“ Hatta bunlarla dolu olduğunu söylemenin de yeri mi? Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları,
ömürleri boyunca gerçeğin kokusunu bile duymamışlardır, gerçeğe ait bir tek söz bile işitmemişlerdir. Bir testi var, Ulu Tanrı onu bazı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kanakana içerler. Bazı kimselere boş gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemiyen ne diye şükretsin? Bu testiyi dolu gören kişi şükreder.

Ulu Tanrı, “Allah Adem’in balçığını kırk gün yoğurdu “ hükmünce onu düzdü-koştu, bunca zaman yeryüzünde kala-kaldı. Lanet olasıca İblis, yere inmişti. Adem’in kalıbına rasladı. O kalıba girdi, damarlarında döndü dolaştı; iyice seyretti; kanla dolu olan damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü. Dedi Ki: Arş ayağında görmüştüm, bir iblis yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, şaşarım doğrusu İblis bu değilse; olsa-olsa budur mutlaka.

Esenlik size dedi de kalktı ( Mevlâna ).

Mevlâna Celaleddin Rumi
FİHİ MA-FİH
Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı
Sayfa 19,20,21,22
Derleyen: : Ayhan

İnsan...Mevlâna

* * *
* * *

İnsan
büyük bir şeydir
ve
içinde herşey yazılıdır;
fakat

karanlıklar ve perdeler
bırakmaz ki
insan
içindeki o ilmi
okuyabilsin.

Mevlâna Celâleddin Rumî

Derleyen:Ayhan Görür

Yaşlılık...Mevlâna

Vincent van Gogh


*
Yaşlı adam keder içinde
(Sonsuzluğun eşiğinde)

"

İnsanı en güzel bir sıfatta yarattık. Sonra onu
aşağılıkların en aşağısına reddettik
â
yetiyle
yaşatır, ömrünü uzun edersek onu kocaltır,
güzelliğini ve kuvvetini
azaltırız
âyetinin

t e f s î r i

Adem güzellik timsaliydi, melek ona secde etmiştir. Fakat, bu güzellikten düşünce,
Dedi ki: Eyvah, varlıktan sonra yokluğa düştüm.
Tanrı dedi ki: Cürmün şu: Fazla yaşadın.

Cebrail, onu perçeminden tutup güzeller bölüğünden ve şu cennetten çık dedi.

Adem, Ey cebrail dedi: O lütuftu, bu da kahır.
Adem, Ey Cebrail dedi, canla, gönülle secde etmiştim. Şimdi nasıl beni cennetten sürüyorsun ?

  • Güz mevsiminde ağaçların yaprakları nasıl dökülürse benden de bir sınama yüzünden şu güzelim elbiseler uçmakta.
  • Parıltısı aya benziyen yüz, İhtiyarlıkta kertenkele sırtına döner.
  • Parıl parıl parlıyan o saç, o baş, ihtiyarlık çağında berbat bir hâle gelir, tepedeki saçlar dökülür, insan kele benzer.
  • O naz ve edalarla salınan ve mızrak gibi dümdüz olan boy, kocalıkta bükülür, yay gibi iki kat olur.
  • Lâle rengindeki yüz, safrana benzer. Aslan gibi kuvvetliyken gücü, kuvveti kesilir, karılar gibi tâkâtsiz bir hâle gelir.
  • Güreşte hileyle bir pehlivanı koltuğuna alıp yere yıkarken şimdi yol yürütmek üzere onu koltuklarlar, onun koltuğuna girerler.
Bu ancak gam alâmetidir, pörsüme nişanesidir.

Bunların her biri
,
ölüm elçisidir.

Mevlâna Celâleddin Rumî

M E S N E V İ
V
Sayfa 80, 81
Çeviren: Veled İzbudak


İstanbul, Kadıköy
Fotoğraf, Ayhan Görür

Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir iki midir... Mevlâna

* * *
* * *
Turks Architectural Scroll

" " *

Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir, iki midir diye (birisi) sordu.

( Mevlâna ) cevap verdi:
Karşılıklı konuşurken, işkile düşünce kesin olarak iki olur. Çünkü hiç kimse kendisine aykırı olamaz, kendisiyle karşılaşamaz. Bu yüzden de kötülük, iyilikten ayrılamaz. Çünkü iyilik, kötülükten vazgeçmektir; kötülükten vazgeçmekse kötülük olmadıkça olmaz. Anlaşılıyor ya, iyilikten vazgeçmek de kötülükle olur; kötülüğe düşkünlük olmasaydı kötülükten vazgeçmeye de kalkışılmazdı; hiçbir şey de meydana gelmezdi.

Hani Mecuziler derler ya;
Yezdan, iyilikleri yaratandır.
Ahriman kötülükleri, istenmeyen şeyleri yaratan.

Cevap verir de deriz ki onlara: Sevilen şeyler, sevilmeyen, istenmeyen şeylerden ayrılmaz ki. Çünkü istenmeyen, sevilmeyen bir tarafı olmayan sevgili bulunamaz. Zâti sevgili, istenmeyen, hoşlanılmayan şeyleri bulunmayan kişidir; fakat istenmeyen, hoşlanılmayan şeylerin yok olması, o çeşit şeyler olmadıkça mümkün değildir. Sevinç, gamın yok olmasıdır hani; amma yok olması, gam olmadıkça mümkün değildir; şu halde her ikisi de, birbirinden ayrılmayan tek birşeydir.

Bir de dedim ki:

Bir şey yok olmadıkça faydası görünmez;

hani söz gibi. Sözün harfleri bitmeden, söz söylenmeden dinleyen, faydalanamaz. Arif kişi hakkında kötü söyleyen, gerçekten iyi söylüyor sayılır. Çünkü arif, o kınanan huydan zati kaçar, o huya düşmandır. Şu halde o huyu kınayan, arifin düşmanını kınamada, arifiyse övmededir; sebebi de şu ki: Arif, öylesine kötü huydan kaçmadadır; kötülükten kaçansa övülmeye değer;

Herşey, zıddıyle belirir.

Öyleyse arif, gerçek olarak bilir de der ki: O adam, benim düşmanım değil, beni kınamıyor. Ben, kutlu güzel bir bahçeyim, çevremde de duvar var. O duvarın üstünde pislikler var, tikenler var. O bahçeye yolu düşen, bahçeyi görmüyor da duvarı, o pisliği görüyor, onun kötülüğünü söylüyor. İş böyle olunca bahçe, o adama ne diye kızsın ? Bu kötü söz, bahçeye girmek için duvarı aşmıya uğraşan kişiye zarar verir. Demek ki duvarı kınayış, bahçeden uzak kalıyor; kötüleyen kınayan da kendisini öldürmüş oluyor. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafa da “ Ben güle-güle öldürürüm” buyurmuştu ya. Yani benim bir düşmanım yoktur ki kızarak öldüreyim onu demektir bu. Mustafa, o kafir, kızarak kendini yüz çeşit öldürmesin diye onu bir çeşit öldürür gider de bu yüzden güle-güle öldürmüş olur.


Mevlâna Celâleddin Rumî
Fİ Hİ MA FİH
Sayfa 108, 109
Çev. Abdülbaki Gölpınarlı

Sunan: Ayhan Görür

Hayr ve şer ...Mevlâna

* * *
* * *

Ulu Tanrı hayrı da irade eder, şerri de; fakat ancak hayra razı olur.

Çünkü “Ben gizli bir defineydim; bilinmeyi sevdim, diledim” demiştir.

Hiç şüphe yok ki Ulu Tanrı emri de irade eder, nehyi de.
Emir, emredilen kişinin, huy bakımından hoşlanmadığı şeyi yap demektir.
A aç, helva ye şeker ye denemez aç kişiye. Dense bile bu değildir, ağırlamadır.
İnsanın yapmak istediği şeye de yapma denir; yapmak istemediği şeye değil.
İnsana taş yeme, tiken yeme denmesi doğru olamaz. Dense bile buna nehiy denmez.
Hayrı buyurmanın, şerri yapma demenin doğru olması için şerri yapmak isteyen birinin bulunması şarttır. Böylesine birinin varlığını dileyiş de şerri dilemektir; fakat şerre razı olmaz; olsaydı hayrı buyurmazdı.

Bu şuna benzer:
Hani okutmak isteyen var ya, o , okuyacak-öğrenecek kişinin bilgisizliğini istiyor demektir. Çünkü ancak bilgisiz okutulur, bilmeyene öğretilir.Fakat okutan, okuyanın bilgisizliğine razı olamaz; olsaydı öğretmezdi.

BİRŞEY DİLEMEK, O ŞEYE GEREKLİ OLAN ŞEYLERİ DE DİLEMEKTİR.

Hekim de buna benzer, hekimlik yapmayı istedi mi, insanların hastalanmasını istiyor demektir; çünkü hekimliğini göstermesi ancak insanların hastalanmasıyla mümkündür. Fakat insanların hastalanmasına razı değildir; razı olsaydı onları tedavi etmezdi, onlara ilâç vermezdi.

Ekmekçi de böyle, kazansın, geçimi yoluna girsin diye insanların acıkmasını ister; Fakat aç kalmalarına da razı değildir; razı olsaydı ekmek satmazdı.

Kumandanlar da, ordu da böyle; padişahlarına aykırı biri olsun, düşmanlar başkaldırsınlar derler; çünkü böyle olmasa erlikleri de meydana çıkmaz, padişaha olan sevgileri de; padişah da onlara ihtiyacı olmayacağından onları derleyip toplamaz. İsyana da razı değildirler; razı olsalardı karşı durup (durmazlar), savaşmazlar.

İnsan da böyledir. Kendi nefsindeki şer işletecek huyları diler; çünkü o, şükredeni, itaatte bulunanı, çekineni sever; bunların bu huyların kendisinde bulanabilmesi için nefsinde kötülüğün, şer yaptıran huyların da bulunması gerektir.

BİRŞEY DİLEMEK, O ŞEYE GEREKLİ (GEREKEN) ŞEYLERİ DE DİLEMEKTİR.

İnsan da o kötülükleri diler amma onlara razı olmaz. Çünkü onlar (bunları) nefsinden gidermeyi çalışır-durur. Demek ki o bir yüzden şerri istediğini, bir
yüzden de dilemediğini biliyor; düşmansa o diyor, hiçbir yüzden, nasıl olursa olsun, şerri dilemez. Buna imkân yoktur; yani insan bir şey dilesin de o şeye gerekli olan şeyleri dilemesin, imkan yoktur buna.

Yap-yapmanın gereklisi de yaratılıştan şerre rağbet eden, yaratılıştan
hayırdan nefret eden bu bencil nefistir. Öylesine bir nefistir bu ki dünyadaki bütün şerler de ona gerekli şeylerdir. Bu kötü işleri dilemeseydi, nefse uymayı istemeseydi bunlara gerekli olan yap-yapmayı da istemezdi insan. Fakat kötülüklere razı olsaydı da ne yap derdi, ne yapma.

Hasılı kötülük, kötülükten başka bir şey için dilenir.

Sonra şunu da söyleyelim: İnsan, bütün hayırları istese şerleri gidermek de hayırdan bir hayırdır; şu halde şerri gidermeyi istiyor demektir.

İYİ AMMA ŞERRİ GİDERMEK, ŞERRİN BULUNMASIYLA MÜMKÜNDÜR.

YAHUT DA İNSAN, İNANMAYI, İNANCI İSTER DERSEK, İNANMAK, KÜFÜRDEN SONRA MÜMKÜNDÜR.

DEMEK Kİ KÜFÜR, İMAN için gerekli şeylerden.

Hasılı şerri, şer olduğu için dilemek, çirkindir; fakat hayır için dilemek, çirkin değildir.

ULU TANRI, “ KISASTA SİZİN İÇİN YAŞAYIŞ VAR “ buyurdu.

Ulu Tanrı’nın yapısını yıkmak şerdir; fakat yarı-buçuk şerdir;

BUNA KARŞILIK HALKI ÖLDÜRÜLMEDEN KORUMAK TÜM HAYIRDIR.

TÜM HAYIR İÇİN PARÇA-BUÇUK ŞERRİ DİLEMEK(İSTEMEK), KÖTÜ BİRŞEY OLAMAZ; TÜM ŞERRE RAZI OLARAK PARÇA-BUÇUK ŞER DİLEĞİNDEN VAZGEÇMEK KÖTÜDÜR.

Bu şuna benzer: Ana, çocuğu azarlamak, dövmek istemez, çünkü parça-buçuk şerri görür o. Babaysa çocuğun azarlanmasını, dövülmesini ister, razıdır buna; çünkü tüm şerri görür; kangren olan uzvun kesilmesi gibi hani.

Ulu Tanrı bağışlar, yargılar, azabı da çetindir. Bütün bu sıfatlarla Tanrıyı gerçekleşmesini diler mi, dilemez mi? Elbette diler değil mi? Suçlar olmasa bağışlayıcı yargılayıcı da olamaz.

BİRŞEYİ DİLEMEK, O ŞEYE GEREKLİ ŞEYLERİ DE DİLEMEKTİR.

Böylece bize de bağışlamamızı, barışmamızı, uzlaşmamızı buyuruyor; düzene girmemizi, uzlaşmamızı buyuruyor; buyruğun düşmanlık olmadıkça faydası olmaz ki.

SADR-al İSLAM buna benzer şu sözleri söylemiştir: Gerçekten de Tanrı bize
kazanmayı , mal elde etmeyi buyurdu;
Çünkü “ALLAH YOLUNDA HARCAYIN, YOKSULLARI DOYURUN “ dedi.

Mal olmayınca (olmadıkça) doyurmanın da imkânı yoktur; bu bakımdan bu buyruk mal edinmeyi buyurmaktadır.

Kim, birisine, kalk, namaz kıl derse kesin olarak ona abdest almayı, su bulmayı da buyurmuştur; bunların hepsi de namaz için gerekli şeylerdir.

Mevlâna Celâleddin Rumî

Fİ Hİ MA - FİH
Çeviri:Abdulbaki Gölpınarlı Sayfa 153,15
Derleyen:Ayhan Görür