29 Ağustos 2008

Halil Ağa Gerçeği...Atatürk/Nuri Conker






Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk ve Köylüler

HALİL AĞA GERÇEĞİ


_/ Mübarek Millet - Adam Millet _/


"Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..."
Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. "Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..."

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plân sonunda Florya Köşkü' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.
Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
İndiler. Köylüye seslendi:
"Kolay gelsin Ağa!.."
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
"Kolay gelsin"
"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:
"Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."
"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?"
Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."
Köylü güldü:
"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk
dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
"Kaymakama gitseydin."
Köylü iyice güldü.
"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu:
"Adın ne senin Ağa?"
"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."
"Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız ağa' ya çıkmış."
"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.
Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker
, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi
"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
"Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."
Halil Ağa
,
sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak,
"Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.
"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onlar uğurladı.
"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, 'Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek..." Otomobil hareket etti. Atatürk' ün canı sıkılmıştı.
"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
"Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.."
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
"Şimdi" dedi:
"İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!..
Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker' e döndü:
"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.
"Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "Buyursun!" dedi.
Baş yaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,
"Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki
konuklarına tanıttı:
"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker' le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak."
Halil Ağa
' ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa" dedi.
"Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
Halil Ağa
dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."
Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu: "Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa' nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."
"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?.."
"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"
Nuri Conker
karşılık verdi
. "Hayır Paşam!.."
"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi.
"Kusura kalma gayri..."
Atatürk
gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."
Halil Ağa
gözünü yumup, başını yere eğdi:
"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa
İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu.
"Bırak şimdi övgüleri" dedi.
"Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."
Halil Ağa
yine kaçamak yanıt verdi:
"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."
Atatürk
' ün sesi iyice sertleşti:
"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi.
"Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
Halil Ağa
ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
"Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."
"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı'
değil miydi?"
Halil Ağa
yere eğik başını acıyla salladı:
"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
"Son soruyu sorayım şimdi" dedi.
"Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla."
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!" Atatürk gülmeye başladı:
"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa' nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
" 'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.
"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi' ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa
' nın dili çözülmüştü:
"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir...
Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."
Atatürk
sordu:
"Peki sen de içer misin?"
"
Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."
Atatürk
hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa' ya uzattı:
"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi.
"Sağlığına içelim."
Halil Ağa
, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak
Atatürk'e döndü:
"Yunan' ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."
Halil Ağa
Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."
"Yemek yemedin!.."
"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."
Atatürk Nuri Conker
' e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk' ü, sonra sofradakileri selâmlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi.
"Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu:
"Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lâzım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor?

Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."



Atatürk halkı dinliyor.

Derleyen: Ayhan Görür

24 Ağustos 2008

Tek Başınalık...Ataol Behramoğlu




Tek Başınalık

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü
biri
Ve hiçbir şey yapmamaya karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü
bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü

Ben ne yapabilirim
Diye düşündü
yüzbinler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar

Ve tek başınaydılar
Bu arada
birileri
Onlar adına

Karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar...
Topluca ortadan kaldırıldılar...


Ataol Behramoğlu


13 Nisan 1942 yılında Çatalca’da doğdu.Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü (1966) bitirdi, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda dramaturg olarak çalıştı.Beş buçuk yıl Paris’te yaşadı ve Anka adlı bir dergi çıkarmaya başladı, şimdi İstanbul’da.İlk şiiri Varlık dergisinde çıkmış (1960). Evrim, Devinim 60, Şiir Sanatı vb. dergilerde çıkmış şiirlerine İsmet Özel’le birlikte kurduğu aylık Halkın Dostları dergisinde (bu dergi 18 sayı çıktı, Mart 1970, Eylül 1971) yenilerini ekledi.Kardeşi Nihat Behram’la birlikte aylık Militan dergisini çıkardı (18 sayı, Ocak 1975-Haziran 1976).


Derleyen: Ayhan Görür

17 Ağustos 2008

O CAPTAIN! MY CAPTAIN!...Walt Whitmen/Can Yücel




Knidos(Cnidus), Datça
TURKEY
Photograph by Ayhan Görür

"
"
If God wanted man to live long
he would have left him in Datca!
"
STRABON:
Philosopher and geographer of the antiquity

" Tanrı bir kulunun uzun ömürlü olmasını isterse
onu Datça yarımadasına bırakır "
STRABON

"


O CAPTAIN! MY CAPTAIN!

O CAPTAIN! my Captain, our fearful trip is done,
The ship has weather'd every rack, the prize we sought is won,
The port is near, the bells I hear, the people all exulting,
While follow eyes the steady keel, the vessel grim and daring;
But O heart! heart! heart!

O the bleeding drips of read,
Where on the deck my Captain lies,
Fallen cold and dead.

O Captain! my Captain! rise up and hear the bells;
Rise up---for you the flag is flung---for you the bugle trills,
For you bouquets and ribbon'd wreaths---for you the shores a-crowding,
For you they call, the swaying mass, their eager faces turning;
Here Captain! dear father!

The arm beneath your head!
It is some dream that on the deck,
You've fallen cold and dead.


My Captain does not answer, his lips are pale and still,
My father does not feel my arm, he has no pulse nor will,
The ship is anchor'd safe and sound, its voyage closed and done,
From fearful trip the victor ship comes in with object won;
Exult O shores and ring O bells!

But I with mournful tread,
Walk the deck my Captain lies,
Fallen Cold and Dead.

1865

Walt WHITMAN

(1819-1892)
OY REİS! KOCA REİS!
Oy reis, koca reis, alnımızın akıyla döndük seferden.
Savuşturup onca belâ, onca fırtınayı, sonunda murada erdin.
İşte liman, bak, çanlar çalıyor, bayram ediyor ahali,
Gördüler pupa yelken geliyor, gözüpek, gözü yeşil yelkenli.
Neyleyim, neyleyim ki ama...


Bu kan damlalarını nideyim?
Gayri uzanmış güverteye reis,
Soğumuş ellerini mi öpeyim?

Oy reis, koca reis, kalk da şu çanları dinle bari!
Baksana, senin bayrağın çekilen, senin şarkın söyledikleri!
Senin için bu çiçekler, senin için toplaştılar sahillerde,
Seni çağırıyorlar, bak, senin adın geziyor dillerde!
Gel, reis ağacığım benim,

Kolumun üstüne yatırayım seni.
Çoktan öldüğünü unuttum ama,
Bu kan damlalarını nideyim?

Reis cevap vermiyor sözüme, dudakları söylemez olmuş,
Ağam kolumu duymuyor bile, ne yüreği ne kalbi kalmış.
Sağ salim demir attı gemi, bitti artık sona erdi sefer,
Savuşturup onca belâyı, kazanılan bir güzelim zafer.
Bayram etsin sahil, çalsın davullar!

Yalnız bırakın beni gideyim!...
Reisin yattığı güvertenin üstünde
Böyle dolaşmayıp da nideyim?
1865


Walt WHITMAN

Translated by
Can YÜCEL

Knidos(Cnidus), DATÇA
TURKEY
Photograph by Ayhan Görür

16 Ağustos 2008

Olympic Games



Michael Phelps
during the men's 200M individual medley heats
at the National Aquatic Center,
better known as the Water Cube in Beijing, China,
13 August 2008.
EPA/DIEGO AZUBEL

8 Ağustos 2008

Gene Sözcükler...Titos Patrikios



Death of Sokrates
David Jacques Louise



Titos Patrikios


" As long as I'am able
to combine even to words

I exist. "


Words Again

Words in their a thousands pour out dictionaries
as soon as you open them
like ants, blake, red, white
you step on ant-hill
How you can find, how can you choose
amid the conflation of words
the only that fits,
how can you ascape from the others
that stick your body in swarm
struggsling to survive.
Yet the unspoken word beneth the tongue
the only one that don't emerge from your mount
thet too gnaw from within
leaving shrivelled corpses
of peoplewho thried to speak
when it was too late.
As long as I'm able
to combine even two words
I exist
.


Titos Patrikios

Traslation 2005, Peter Marckridge

"



" İki sözcüğü yana yana getirmeği
başarabildiğim sürece
ben de varım."


Gene Sözcükler

Sözcükleri açar açmaz, binlerce sözcük
dökülüyor içlerinden
bir karınca yuvasına bastığında
ortaya çıkan siyah, kırmızı, beyaz karıncalar gibi.
Nasıl bulur, nasıl seçersin aynı sözcüklerin
değişik anlamlıları arasından
en uygun olanını?
Nasıl kurtulabilirsin
Varlıklarını koruyabilmek için sürüyle
gövdene yapışan ötekilerden?
Oysa dilin altındaki o söylenmemiş,
ağızdan çıkmamış o sözcükler de
içini kemirir
ve iş işten geçtikten sonra
konuşmaya çalışmış insanların
çürümüş cesetlerini bırakırlar.
İki sözcüğü yan yana getirmeyi
başarabildiğim sürece
ben de varım
.

Titos Patrikios

Çeviri: Cevat
Çapan
Cumhuriyet, KİTAP, 07.08.2008


DERLEYEN: Ayhan Görür

1 Ağustos 2008

Picasso...Nikos Engolopoulos

Guernica, c.1937
Pablo Picasso

Picasso

Toreador artık Elassona'da oturuyor
kaldırım döşeli alanda çamların altında
durmadan gidip geliyor kahveci ve durmadan
dolduruyor
Toreador'un boşalan fincanını ve tazeliyor
nargilesinin tükenen tömbekesini
günün saatleri
ağır ağır geçip de
binlerce kuş
güneşin batmakta olduğunun belirtisi
çınarların yaprakları arasına
tüneyinceye değin
derken birer birer gizli niyetli gölgeler beliriyor
sokak aralarında
sessizce inen geceden yararlanıp
kuşlar gibi
görünmeden toplanmak için
sözleştikleri yerde
ve iri iri yaşlar boşanıyor gözlerinden

ve faşistleri şaşırtmak isteyen bir ana
suikastçıların fısıldaştıkları ve tavanından
kurusun diye kırmızı biber asılan karanlık odada
tesbihli buruşuk elleriyle şişesini çıkarıp lambayı
yakıyor
sonra gaz bulaşan buruşuk ellerini
önlüğüne siliyor yavaşca

ve önce de söylediğimiz gibi şaşırtmak istiyor
katilleri
bu yüzden lambayı masadan alıyor ve hızla
(pencereyi
açıyor
dışarıya
-gecenin içine-
lambayı tutan o kocaman elini uzatıyor

ana ana! diye bağırıyor ona
nereye götürüyorsun lambayı?
ama o sırada Avila'nın tarlalarında kuşgulu gölgeler
dolaşıyor
koltuklarının altında makinalı tüfekler
ve ışık birden uzanınca uzaktan
ve bir yıldız gibi parlayınca uzaktan
yavaş yavaş gitarlar başlıyor çalmaya
çingene kızları oynmaya başlıyor
güzel kalçaları renk renk farbalalı etekleriyle
ve acı çığlıklar gibi bir şarkının sözleri dökülüyor
boyalı sıcak dudaklarından:
"sana yalnızlığı anlatacağım ezgilerimle"

çılgın havalar çalıyordu gitarlarda
faşist reziller toplanan kalabalığı tarıyorlardı
dans eden kadınlarsa
yüksek ökçeli ipek iskarpinleriyle
kalbimi çiğniyorlardı kaldırım taşları üstünde

sonra olanlar oldu:görsen aklını kaçırırdın
kınalı bir boğa fırladı üzerlerine
burnundan alevler saçıyordu
boynuna ve sırtına saplanmış şişlerden canı yanmış
sağa sola saldırmaya başladı
barsaklarını deşmek
boynuzlarıyla gövdelerini delik deşik etmek
ve tosladığı her şeyi
havaya fırlatmak için
ve kan selleri içinde
insan ve at cesetlerinden
koca bir yığın yükseldi çevresinde

(derisine saplanan kurdeleli şişler acıyla süslüyorlardı
boynunu ve sırtını)
ve güzel göğüslü kızlar sırtüstü yatıyorlardı yerde
ve onların güzel gözlerinde
güneşler batıyor
güneşler doğuyordu
yeniden

Nikos Engolopoulos

Hero of the Revolution, 1953
Egg tempera on wood

*
"sanat ve şiir yaşamımız
yardım eder"

Yunanistan'ın ünlü gerçeküstü şair ve ressamlarından Engolopoulos 1907'da Atina'da doğdu ve 1985'de gene orda öldü. Paris'te Jeanson Lisesi'nde öğrenim gören şairin Fransız kültürüne çok şey borçlu olduğunu şiirlerinden ve resimlerinden kolayca anlaşılmaktadır. 1938'de Sürücüyle Konuşmayın ve ertesi yıl Sezsizliğin Klavseni kitaplarıyla adını duyurduktan sonra ülkesini uluslararası birçok sergide temsil eden sanatçının ona yakın şiir kitabı vardır. Embirikos, Elitis ve Kalas gibi gerçeküstü şairlerle adı anılan Engolopoulos'un bu meslektaşlarından da daha aşırı sanat anlayışı tutucu eleştirmenler tarafından yoğun saldırılara uğradı. Albaylar diktatörlüğü döneminde şiirleri gizli olarak basılarak dağıtıldı.

Şiir Atlası
Cevat Çapan
Nikos Engolopoulos/Şiirleri/Çeviren:Cevat Çapan

Derleyen: Ayhan Görür