Mutluluğun Resmidir!
30 Mayıs 2007
26 Mayıs 2007
Slaves, Köleler ... Abraham Lincoln and Nâzım Hikmet
Abraham Lincoln
"Kimseye hınç beslemeden (...), milletin yaralarını sarmak için (...), kendi içimizde ve bütün milletler arasında haklı ve sürekli bir barış sağlamak için elimizden geleni yapalım".
http://www.sonofthesouth.net/slavery/
HARPER'S WEEKLY
THE SLAVE DECK OF THE BARK "WILDFIRE," BROUGHT INTO KEY WEST ON APRIL 30, 1860,-[FROM A DAGUERREOTYPE.]
Slave market
DAVET
.....
Kapansın el kapıları
Bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
BU DAVET BİZİM!
.....
Nâzım Hikmet
Salvador Dali
PLEA
......
Let the doors be shut that belong to others
Let them never open again
Do away with the enslaving of man by man
THIS PLEA IS OURS!
......
Nâzım Hikmet
Derleyen: Ayhan Görür
Güz Çiçeklerinden Nâzıma Bir Çelenk...Pablo Neruda
20. yüzyıl şiirinin en önemli adlarından Şili'li şair ve diplomat Pablo Neruda'nın asıl adı Ricardo Neftali Reyes y Basoalto'dur. Çekoslovakyalı şair Jan Neruda'ya olan hayranlığından dolayı Pablo Neruda takma adını kullandı.
1971 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 1973 askeri darbesinin ardından Santiago'da evi basılan Neruda'nın 24 Eylül 1973'te öldüğü açıklandı.
Güz Çiçeklerinden Nâzıma Bir Çelenk
Niçin öldün Nâzım?
ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu
gerçeğe çağıran bakışı nerde
bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki
bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümünden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.
Al sana bir demet Şili kasımpatıları
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk
gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen
yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma
güç veren
dostluğundan yoksun.
Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.
Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yanına ektiğin çiçekler olmadan
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekanı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.
Pablo Neruda
Derleyen: Ayhan Görür
25 Mayıs 2007
Fidel'e Şarkı...Che Guevara
ERNESTO CHE GUEVARA
1928 yılında, Arjantin'de doğdu. Tıp okudu. Doktor olduktan sonra; . Latin Amerika kıtasında yaptığı yolculuklar sırasında, halkın yoksulluğuna ve yaşadığı sefalet onu çok etkiledi. Guetemala'daki iç savaş sırasında, doktor olarak görev yaptı. Kübalı devrimcilerle tanışması, Guevara'nın Fidel Castro Cruz ile birlikte Küba diktatörü Batista'ya karşı sürdürülen Gerilla savaşına katılmasına neden oldu . Küba Devrimi'nin gerçekleştirilmesinden sonra; Küba Ulusal Bankası Başkanlığı ve Sanayi Bakanlığı görevlerinde bulundu. 1965 yılında, herşeyi arkasında bırakarak; Kongo ve Bolivia'ya gitti. Emperyalizme karşı halkı örgütlemek isteği, 1967 yılında; Bolivia ordusuna esir düşmesiyle son buldu. Yargılanma hakkı verilmeden; kurşuna dizildİ...
Che - Castro
Fidel'e
Şarkıateşli peygamberi şafağın,
gizli patikalardan ulaşalım
o yeşil timsahı kurtarmaya, aşkla sevdiğin.
Haydi gidelim,
isyankar ve marslı yıldızlarla dolu
cepheyle aşağılanmayı bozguna uğratarak
zafere erişmeye ya da ölümle buluşmaya yemin edelim.
Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında
çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla,
orada, yanıbaşında, olgun savaşçılar olarak,
bulacaksın bizi.
Saçıldığında sesin dört rüzgara doğru
adalet, ekmek, özgürlük, tarım reformu,
orada yanıbaşında, aynı vurgularla,
bulacaksın bizi.
Picasso
zalime karşı doğruluğun uğraşı,
orada, yanıbaşında, bekçilik edecekken mücadelenin sonuçlarına,
bulacaksın bizi.
Yaralı böğrünü yaladığı gün canavar
milliyetçi bir mızraktır onu orada vuran,
orada, yanıbaşında, gururlu yüreklerimizle,
bulacaksın bizi.
Sanma ki bozabilirler bütünlüğümüzü
rüşvetle kuşanmış yaldızlı bitler,
tek istediğim bir tüfek, mermiler ve bir siper.
Başka hiçbir şey.
Ve şayet engellerse yolumuzu demir,
Amerika tarihine geçen
gerillaların kemiklerini örtmek için
bir mendil isteriz Kübalıların gözyaşlarından.
Başka hiçbir şey.
Che Guevara´s Monument at La Higuera (Bolivia),
where he got killed.
Che Guevara did have some last words before his death; he allegedly said to his executioner: "I know you are here to kill me. Shoot, coward, you are only going to kill a man."
Derleyen: Ayhan Görür
21 Mayıs 2007
Rubaî...Mevlâna
* * * * *
*
An tâk ki nist cüfteş ender afak,
Babende bebaht cüft-ü tâki bevifak,
Pes güft mera ki tâk hahi ya cüft
Güftem betû cüft-ü ez heme âlem tak.
Âlemde tek olan,
eşi bulunmayan sevgilimle
"tek mi, çift mi" oynadık.
Bana: "tek mi istersin çift mi?.." dedi.
"Seninle çift olmak
ve
bütün âlemde tek kalmak isterim."
Mevlâna Celâleddin Rumî
MEVLÂNA
Rubaîler
İş Bankası Yayınları
Çeviri: Hasan Âli Yücel
Derleyen: Ayhan Görür
18 Mayıs 2007
Kaçak...Boris Vian
KAÇAK
-Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda ölenleri anarak-
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı okumaya bu mektubu.
Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.
Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.
Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.
Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.
İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.
Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.
Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa'sı kalacak, ne Amerika'sı, ne Asya'sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:
Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.
İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.
Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var, ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
Derleyen: Ayhan Görür
17 Mayıs 2007
Rubaî...MEVLÂNA
Ta kâsei dûğı hiş başed pişem,
Vallah ki zi engebini kes n-endişem;
Ver bi berkî bemark mâled gûşem,
Azâdîra bebendegî nefruşem.
Önümde kendi ayrancağızım oldukça,
yemin ederim ki,
başkalarının balşerbeti gözümde yoktur.
Eğer zaruret ve mahrumiyetten
öleceğimi bilsem,
yine hürriyetimi esarete değişmem.
Mevlâna Celâleddin Rumî
RUBAÎLER
Klâsikler Dizisi, İş Bankası Yayınları
Derleyen: Ayhan Görür
13 Mayıs 2007
Özgür Çocuk... Hande Salman Görür
anne karnında ne kadar da huzurludur çocuk
yarın ne olacağını düşünmeden
annesinin sıcaklığı ile geçirir günlerini
belki de ilerde hiç bulamayacağı bir yakınlıkla
mutludur çocuk
kirlenmemişdir hayalleri daha
huzurludur çocuk
annesinin kalp atışları arasında
özgürdür çocuk
sonsuzluğu ile hayat bulmuş
göz yaşlarıyla tanışmamıştır
çirkinlik yabancıdır ona
çünkü uzaktır insanlar
sanki hiç yaklaşmayacakçasına
ruhu temiz hisleri hapsedilmemiştir
bir umuttur daha
sakindir çocuk
savaştan uzak
sevgidir tek bulduğu
uçsuz bucaksız bir sevgi
aslında tek ihtiyacı olan
ve doğar çocuk
rüya bitmiş
ayrılmıştır sonsuzluktan
şimdi ona kalansa
annesinin karnında
kusursuz olan bir dünyadır
hande görür salman
Barış - Hande
Derleyen: Ayhan Görür
12 Mayıs 2007
The Sage of Istanbul...Bedri Rahmi Eyüboğlu
Sultanahmet Camii, İstanbul
Say Istanbul and a seagull comes to mind
Half silver and half foam, half fish and half bird.
Say Istanbul and a fable comes to mind,
The old wives' tale that we have all heard.
Say Istanbul and a mighty steamship comes to mind
Whose songs are sung in the mudbaked huts of Anatolia:
Milk flows from her tap, roses bloom on her masts;
Dreamy kinds in Anatolia's mudbaked huts
Sail to Istanbul and back on that migthy steamship.
Say Istanbul and mottled grapes come to mind
With three candles burning bright on the basket-
Suddenly comes along a girl so ruthlessly female,
With a figure so lovely that you bask in it
And lips ripe with grape honey,
A girl luscious and willow branch and the dance of joy-
Hailing from a wine cellar, she makes you tipsy:
As the song goes, like a ship at sea
My heart is tossed and wrecked again.
Say Istanbul and the Grand Bazaar comes to mind:
Beethoven's Ninth, hand in hand with the Algerian March;
And an immaculate bridal bedroom set
Is auctioned off Without the brids and groom.
A chubby lute inlaid with mother of pearl
Recalls the famous lutaniet on old records.
Brandish candlesticks and hookshe and rusty Persian swords,
American cowboys prop up:
"Hands up!"
American sailors wear lily-white uniforms
Plucked from a huge daisy, clear as milk, clean as a cloud;
Beath looks ugly on so pure a white,
But when they fight
They put their combat uniforms on
-Color of blood and gunpowder and smoke-
Which gather hate but no dirt.
Say Istanbul and huge fishery come to mind
Like a rusty cobweb over the Bosphorus, sprawling off the Marmara coast.
Forty tunnies toss in the fishery, like forty millstones.
The tunny, after all is the king of the sea:
You must shoot it in the eye with a rifle and fell it like a tree,
Then suddenly the face of the fishery gets bloodshot
And the emerald waters become muddled in the turmoil.
With forty tunnies at a clip, the skipper is spellbound for joy.
A seagull perched on the cast catches a mackerel in mid-air and gobbles it,
Then it flies away without waiting for one more;
The fisherman smiles, sweet and kind:
"That gull's Maria," he says,
"That's the way she comes and goes, always."
Say Istanbul and the Princes Islands come to mind
Where the French language is murdered
By sixtyish matrons who sit around puffed up as hell;
If only the lonely pinetrees there could tell
All abouth the hankypanky of the boy with the god.
Say Istanbul and towers come to mind:
If one of them is painted, the other one grumbles.
The Tower of Leander ought to know that's way the cookie crumbles:
Say Istanbul and a waterfront comes to mind:
Anatolia's poor godforsaken huddled masses land
In its coffee houses, day after day.
Some must go begining to survive, but shame keeps them away; A few manage to find a broom and brcome stret cleanners-no less,
Their faces smeared with a filty fusty grin:
Others shoulder a pannier or an ornate back saddle,
And the all get lost in the city's hubbub and fiddle-faddle.
Tied to a greasy girth, some carry a piano on their backs
Their legs wobbly under the weight, melting like max,
They pant and heave, drenched in sweat.
A gentle porter is a must for a fragile item.
Do the tender hands value piano the way the porter does?
Suddenly a mushy voice blares on the radio across the street:
The most popular crooner of them all,
Yelping and yawning, smudged with the greasy perfumes of Arabia:
"Life is lull of joy and sorrows,"
"Some stay and some go."
Say Istanbul and a stadium comes to mind
Where twenty-five thousand voices under the sun
Sing our national anthem in unison
And the clouds are fired like canonball.
Dazzled by the sight of twenty-five thousand strong
We rejoies in theire joyful song
And offer to pluck our hearts for them like red poppies.
Hher our blood flows into the veins of our fellew men.
Rubbing shoulders, we holler together
Till our throats are sore:
Lefter's kick is a sure score.
Say Istanbul and a stadium comes to mind
Where multitutes join in the same joy
And share the same love and agony.
Then a line aut of a poem flutters in the air:
"Blessed are those who embrace their loved ones."
Say Istanbul and Yahya Kemal once came to mind;
Nowadays it's Orhan Veli whose name is on the tip of every tongue:
His flair and flamboyance, his poems and his face
Hover overhead like a wounded pigeon
Which descende quietly to perch on this poem.
This city just drives you out of your mind;
Good thing Orhan Veli's chuckles remain behind.
Pebbles twitter on the shore of Burgaz Island,
While a blue-syed boy grow up in circles of joy
A blue-syed old fischerman grows younger and tinier,
When they reach the same height they turn into Sait
Cursing beast and bird, friend and foe alike;
On Sharp Island they gather gulls' eggs,
By midnight they're in the redlight district.
In the morning they go through Galata:
At the café they kid around with a harmless lunatic,
"Whaddya know," they say, "You're holding your paper upside down."
Then they set the poor guy's newspaper on fire,
Then they sit and weep quietly.
Say Istanbul and Sait Faik comes to mind
All over this town's rock and soil and water,
A friend of the poor and the sick,
Whose pencil is as sharp as is heart is wounded,
Bleeding for the lonely and yearning for the pure and the good.
Say Istanbul and Sait's last years come to mind:
At his best age he's told he has just a few years to live;
How could Sait bear the thouht of it?
The blue-eyed boy doesn't give a hang,
But the old fisherman broods like hell;
And a green venom bursts out of the sea
Piercing the heart that feels, revaging the mind that knows.
The little blue-eyed boy
And the old fisherman
And that green venom smeared all over our lips...
So long as Istanbul throbs alive in the sea,
So long as language lives, so will Sait's poetry.
Say Istanbul and a gipsy woman comes to mind
With a bunch of flowers taller than herself,
Wherever the spring comes from, so does she
She is the sun and the soil from top to toe,
And a mother matchless among mothers:
One kid on her back, one at her breast, one in her tummy.
A gypsy women always bulges with a baby.
Devil may care, her life has flair:
She roams the city from one end to the other
Making no bones about selling tongs or doing the bellydance.
She is humble, she sells tongs, she bellydances.
"How about a quarter, dear?" she says,
"You want me to tell your fortune, love?
Till the day she dies, she tells nothing but lies.
Then comes the dream she had the night before:
"I see a yellow snake. Son-of-a-bitch keeps bugging me.
"I wake up and what do I see?
"My little oner are on the edge of the bed sucking my toes"
Say Istanbul and a textile factory comes to mind:
High walls, long counters, tall stoves...
Tender slender girls toil all day long on their feet,
In blood an sweet, weary and sad,
Their faces long their hands long their days long
In the factory where the windows are near the ceiling
Red-heeled fair-skinned girls– "No loitering, girls!"
Rows and rows of trees stretch out there,
From the amber fields an the purple streets
Where the fair season rumbles and tumbles.
A nineteen-year-old working mother,
Dizzy with the white foamy flow of silk
Which whets her appetite no end, gets ideas;
But silk is no good to make pants for her sons.
Now if she could get a roll of ivory-white calico:
She can do so much with it: drapes and sheets and underwear.
When she dies giving birth to a third son,
She is still longrs for a roll of calico for the kids and all.
Young mothers like her are dime a dozen:
At the factory some body else takes her place of this one
That's the way it is: If one goes, another comes.
Damn you death.
Say Istanbul and a barge comes to mind
Brimful of onion, green as poison on coral red,
Sailing in from the Black Sea ports winter and summer
With one more patch on its filthy sail each time
And the rust of its iron rods on our tongues
And its motors speeding along our pulseboat right into our hearts
A mermaid with scale-covered huge buttocks.
Demure and hadless
Called the Sea Tiger or the Triumphant Sword.
His ten fingers soaring like ten mighty plane trees.
Than the monster of the chacks and shanties rears its head
Our city suckles dwarfs at her giant's breasts.
Çeviren: Talat Sait Halman
Derleyen: Ayhan Görür
10 Mayıs 2007
Look cross-eyed with love!-Elemtere fiş...Bedri Rahmi Eyüboğlu
Şaşı bak! Look cross-eyed !
Elemtere Fiş
elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
bazen yedi yaşında bazen yetmiş
elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
azcık rum azcık kürd azcık ermeni
aklına esmeye görsün.
Galata kulesinin
tepesinden atar beni
sonra benden önce iner, tutar beni
elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
yarısı imam yarısı keşiş
misli menendi görülmemiş
her parmağında bir marifet
hünerli mi hünerli
ayıptır söylemesi
hemi Galatasaraylı hemi Fenerli
Derleyen: Ayhan Görür